Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) üyesi olan Araştırmacı yazar ve su temalı çekimler yapan belgeselci Dursun Özden, yaşamımızda ve doğal hayatta suyun önemi, stratejik özelliği ve su kullanım bilinci gibi konularda rapor hazırladı ve dikkati çekti. Anadolu’da su kaynakları ve sulak alanlar kuruyor… İstanbul’a su sağlayan Melen Çayı’nda kuraklığa bağlı olarak su seviyesinde düşme yaşanmaya başladı. Geçen yıllarda şubat ayı ile kıyaslandığında çaydaki su seviyesinde yaklaşık 80 santimlik düşüş olduğu belirtildi.
Su Raporu (2015):
“Su Yanıyor”
Dursun Özden (Araştırmacı yazar, Belgeselci)
Tarihi yeraltı su yapılarına, Anadolu Su Medeniyetinin zengin mirasları ve birlikte yaşama kültürünün ipuçlarıdır. Yağmur ya da kar izi anlamına gelen, yer altı su kanalları sistemine; Qanat, Karız, kehriz, keriz denir. Mitolojilere, efsanelere, destanlara, şiirlere ve nice sevda öykülerine esin kaynağı olan, yaşam kaynağımız su gizi aziz olmanın tam zamanı… Ekolojik denge bozuluyor, insanoğlu doğayı katlediyor ve su yanıyor mu?
13 milyar yıl önce güneş, 4,5 milyar yıl önce dünya ve 3 milyar yıl önce su yoktu. 255 milyon yıl önce dünya Pangaea denilen tek kara parçasıydı. 135 milyon yıl önce Afrika ve Avrasya kıtaları oluştu. 85 milyon yıl önce Avrasya, Kuzey Amerika, Güney Amerika, Afrika ve Avustralya kıtaları meydana geldi. 3 milyon yıldır doğada canlılar yaşamaya başladı. 1.7 milyon yıl önce İç Asya’da Yamaho Adamı iki ayağı üzerinde yürümeye başladı. 700 bin yıl önce Pekin Adamı mağara duvarlarına resim yaptı. 60 bin yıl önce Afrika’da San Buşman ve 40 bin yıl önce Avustralya ve Malezya’da Aborjinler vardı. 18 bin yıl önce Avrasya’nın kuzeyi ve İngiltere buzlarla kaplıydı. 15 bin yıl önce de Orta Asya’da Kök Törük Adamı “İlkel Komünal Toplum Tarzı”nı yaşıyordu. 13 bin yıl önce başlayan Anadolu coğrafyasında, Su medeniyetinin izleri bulundu. Avcılık, çobancılık ve daha sonra da toprağı işlemeye başladı. Yerleşik düzene geçildi. Tarım, aletli ziraat ve kentsel yaşam başladı. Alet ve makine kullanan insanoğlu; Köleci Toplum, Feodal-Derebey Toplum, Kapitalist Toplum ve Sosyalist Toplum Tarzı’yla tanıştı. Bu güne gelindi…
İnsanoğlunun acımasızca çevre ve doğaya karşı verdiği zarar, ekolojik dengenin bozulmasına neden oluyor. Su ve petrol başta olmak üzere, yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarının paylaşımı nedeniyle, savaşlar yapılıyor. Çocuk, kadın ve savunmasız sivil halk öldürülüyor. Silahlanma yarışı hızla sürüyor. Açlık, hastalık ve yoksulluktan ölen çocukların sayısı bilinmiyor. Dünya Sağlık Örgütü WHO verilerine göre, daha çocuk yaşta 140 milyon sünnetli kızlar, ilkel inanç ve töre kurbanı oluyor. İnsanlığın ortak tarihi zengin mirasları yok ediliyor. Doğanın ve insanların yok oluşu ise, bu kadar uzun yıl sürmeyeceğe benziyor…
Tüm bu yerkürenin evriminde Anadolu, baştan beri hep vardı. Bu anlamda Anadolu’ya bir kıta diyebiliriz. Anadolu coğrafyası, Buzul çağlarında canlılar için sığınak, Jeolojik değişim çağlarında da geçiş yolu olması nedeniyle; canlıların yaşayan zengin müzesi olma özelliğini her dönem kanıtlamıştır. İki dev kıtanın birleştiği yerde üçüncü kıtaya komşu ve aynı zaman diliminde farklı iklimlerin yaşadığı Türkiye, dünya kara yüzeyinin %0.6’sını kapsamasına karşın, dünyadaki tüm bitki türlerinin %2.5’unu barındırır. Üç tarafı denizlerle çevrili olan bereketli Anadolu toprakları; başı karlı dağları, verimli ovaları, debisi yüksek akarsuları ve irili ufaklı yüzlerce gölü, yeşil alanları ile endemik özellikler taşıyan tam bir botanik bahçesi olan, çok sayıda bitki ve hayvan türlerinin yaşamasına elverişlidir. Bu eşsiz zengin mirasımız, yok olma tehlikesi sinyalleri mi veriyor?
İnsanla doğa arasında dayanması gereken ilkeleri bir yana bırakan ileri bir teknolojinin doğurduğu bir ilgisizlikten, insanın doğadan uzaklaşmasından, kopmasından söz ediyoruz bugün. Yeryüzündeki yaşamın devamını sağlayan doğal sistemlerin ve mekanizmaların yadsınması, değerinin bilinmemesi, teknolojinin özellikle çevre kirlenmesi, toprak, orman ve suların kötü yönetilmesi, aşırı yakıt tüketimi, sağlıksız kentleşme, kırsal alanların boşalması, doğal kaynakların kıyımı, geleneksel kültürlerin yok edilmesi, istenilmeyen sonuçları ve etkileri insanla çevre arasındaki ilişkinin biçim değiştirdiğinin en açık ve en sık görülen belirtileridir. Elbette medyanın etkileri yadsınamaz.
Çoğu kez “çevre bunalımı” diye adlandırılan olay, önce insanın dünyada ki egemenliğinin korkunç şekilde artan hızı ve özellikle doğal kaynakların sömürülmesi sonucu fiziksel ve biyolojik ortamların bozulması, zarar görmesiyle ilgilidir. Burada temel sorun şudur; insan, hangi noktaya kadar çevreyi kullanabilir, onu etkileyebilir.
Havası ve suyu kirlenmemiş, toprağı bozulmamış, gürültüden ve diğer kirliliklerden uzak, temiz, güzel, yeşil ve sağlıklı bir çevre, bu yeni bin yıl insanının en büyük isteği… İnsanlığın da geleceğe huzurla bakabilmesinin en büyük teminatıdır.
Bu anlayış içinde hareket noktamız, sorunları bilmek ve tanımaktır. Bu bilme ve tanıma ihtiyacı, bizi ülkemizi ve çevre sorunlarını daha iyi tanıma, bu konuyla ilgili bilgileri toplama ve insanımızı çevre sorunlarına duyarlı kılma noktasına getirmiştir. Bu program ile belli başlı çevre sorunlarına, özellikle doğanın doğal dengesinin bozulması ile ilgili olduğundan doğanın temel unsurlarından su ve sulak alanlarda görülen sorunlara yer verilecektir.
SUYUN STRATEJİK ÖNEMİ
Kaynaklar ve İhtiyaçlar İçinde Suyun Önem başlıca bir araştırma konusudur.
Dünya nüfusunun yaklaşık 6 milyara ulaştığı, bunun, bir milyarının yaşama standartlarının olmasına karşılık kalan kısmının giderek yoksullaşmakta olduğu, mevcut kaynakların ise, gelişmiş ülkelerin kontrolünde bulunduğu çeşitli yorumlarda ifade edilmektedir.
Gelişmiş olan ülkelerin başında yer alan ABD’nin ham madde kaynaklarına olan ihtiyaçları örnek olarak ana hatları ile ifade edildiğinde,
Tüketmekte olduğu demirin %34’ünü, Boksitin %88’ini, nikelin %92’sini, manganezin %99’unu, kromun %100’ünü, tungustenin %25’ini, bakırın %21’ini, Çinkonun %24’ünü, kurşunun %28’ini, kalayın %66’ını, tabii kaucuk ve tropik ürünlerin %100’ünü, şekerin %40’ını ithal etmektedir.
Dünya nüfusunun %4,5 oluşturan ABD, %26’i petrol olmak üzere, dünya kaynaklarının ortalama %30 yakın bir bölümünü kullanmaktadır. Aynı şekilde AB’de gelişmiş ekonomisi ile, ABD’den sonra da, Japonya gibi gelişmiş ekonomiler de aynı şekilde muhtelif kaynaklara artan biçimde ihtiyaç duymaktadır.
ABD’i tek kutuplu dünya stratejisinde dolar kontrollü küresel etkinliğini sürdürebilmek aynı zamanda, EKONOMİK, POLİTİK, ASKERİ, KÜLTÜREL VE YÜKSEK TEKNOLOJİK GÜÇ parametrelerinin sürekliliğini sağlayabilmek için, küresel düzeyde ihtiyaç duyulan kaynakları da denetiminde tutmak durumundadır.
Politik hedefleri içinde ABD’nin yaklaşımları hatırlandığında,
· Dünya enerji kaynaklarının kontrolü,
· Dünya su kaynaklarının kontrolü,
· Dünya haberleşme sistemlerinin kontrolü,
· Liberal ekonomi modeli içinde sermaye akışlarının sağlanması için, demokratik siyasal yapılara destek verilmesi,
· Terörizme karşı ittifaklar içinde ortak eylem stratejilerine destek verilmesini ön görmektedir.
ABD’in soğuk savaş döneminin sona ermesinden sonra ağırlıklı olarak görüntüye gelen uygulamalarına dikkat edildiğinde, dünya enerji kaynaklarının çoğunda kontrolü sağlanmıştır. National Security Agency (NSA) aracılığı ve Echelon sistemleri ile de, küresel düzeyde dünya haberleşme araçlarını kontrol etmekte olduğu, Demokrasiye geçmemiş ülkelerde olaylara destek vererek bu ülkeleri de liberal ekonomiye dahil etmek amacıyla hedefleri içine almakta bulunduğu, küresel düzeyde ortaya çıkmakta veya çıkarılmakta olan terörist eylemlere karşı ise harekete geçtiği güncel olaylarda izlenmektedir.
İfade edilen hususlar dışında konunun “SU” ile ilgili cephesine gelindiğinde ve olaya gene küresel düzeyde bakıldığında, bu kaynağın da, dünya ihtiyaçları içindeki öneminin her geçen gün artmakta bulunduğu, birçok çevrede dikkate sunulmaktadır.
Gezegenimizin 2/3’ünü kaplamakta olan denizlerin çeşitli nedenlerden dolayı giderek kirlenmeleri de ekosistemde ortaya çıkan tehlikeler içindedir. Denizlerdeki kirlenmelerin endüstriyel atıklardan başka, çeşitli kimyasal döküntülerin de katılmasıyla mevcut tehlikenin boyutlarını büyütmektedir.
Denizlere akan kirletici maddelerin; %10’u deniz taşımacılığından, %10’u sıvı sanayi atıklarından, %5’i petrol platformlarından, %5’i çeşitli katı atıklardan, %30’u kanalizasyonlardan, %20’i tarım ilaçlarından, %20’i de hava kirletici maddelerden oluşmaktadır.
Dünyanın dört bir yanında insanlar suyla ilgili sorunlar yaşamaktadır. Dünya nüfusunun 1/3’ü, mevcut kaynakların, su talebini karşılayamadığı ülkelerde yaşam mücadelesi vermektedir. Bir milyarı aşkın insan temiz içme suyu bulamamaktadır. Bu sayının önümüzdeki 25 yılda nüfus artışıyla birlikte daha da katlanacağı tahmin edilmektedir. Sorunun, su kaynaklarının tükenmesinden ziyade, yeryüzünü kaplayan suların geri dönüşüm sayesinde milyonlarca yıldan beri su miktarının değişmediği de dikkate alındığında, konunun, göllere, nehir ya da yer altı sularına karışan kimyasal atıkların içilebilir suları giderek kirletmesi ile bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır.
“Mevcut tatlı su kaynaklarına göre,%68.7’in buzulların, %31,1’i yer altı sularının %0.8’in permafrost, %0.4’ünün de yer üstü ve atmosfer sularının oluşturduğu görülüyor”; “Yer üstü ve atmosfer sularının dağılımına göre, %67.4’ü tatlı su göllerinin, %12,2’i toprak rutubetinin, %9.5 atmosferin, %8.5 sulak alanların, %1.6’nı ırmakların, %0.8 kadarının da biota oldukları anlaşılıyor”; ” Çekilen sularla ilgili olarak, %69 tarıma, %21 sanayi alanlarına, %10 da ev kullanımında tasarruf edildiği görülüyor”; Coğrafyanın sağladığı imkanlara göre su kaynaklarının genel dağılımı ise, %97,5’in tuzlu su alanları, %2.5 de tatlı su kaynakları oluşturuyor”
İfade edilen değerlerden de anlaşıldığı üzere, insanlığın kullanabilir tatlı su kaynaklarının coğrafyanın geneline göre, sınırlı değerler ifade ettiği anlaşılmaktadır. Dünyada yaşayan ve yoksulluk sınırında bulunan 48 ülkenin nüfuslarının önümüzdeki 50 yıl içinde en az üçe katlanacağı da analiz içeriğinde yer almaktadır.
Dünyada halen 25 ülkede büyük su sıkıntısı yaşanıyor. Önümüzdeki yıllarda bunun artacağına kesin gözüyle bakılıyor. Günümüzde kişi başına 7 bin 250 metreküp olan elde edilebilir su miktarının 2025 yılında 4 bin 800 metreküpe düşeceğine dikkat çekiliyor.
Genel durum içerisinde yukarıda ifade edilen değerler dikkate alınarak, konu Türkiye’nin su ihtiyacına göre analiz edildiğinde ise, farklı değerlendirmeler içinde aşağıdaki hususlar görüntüye gelmektedir.
Türkiye’de nüfus artışından dolayı kişi başına düşen içilebilir su miktarında görülen azalma yıllara göre şu şekilde olmuştur:
· 1955 yılında 8509 m3 olmuştur.
· 1990 yılında 3626 m3 olmuştur.
· 2025 yılında 2186 m3 olacağı tahmin edilmektedir.
4/8 Ekim 1993 tarihleri arasında Devlet Bakanı Mehmet GÖLHAN ise, Orta Doğu’da işbirliği ve Kalkınmanın Bir Unsuru olarak SU adlı konuşmasında, Türkiye’de kişi başına düşen su düzeyinin 2000 yılında 2500m3, 2010 yılında ise 2000m3 ineceğini söylemiştir.
Her iki rakam grubu İsveçli Hidrolojist Malin FALKENMARK’ın yeterli su miktarı olarak literatüre dahil ettiği 10000m3 miktarının oldukça altında kalmaktadır.
Türkiye’nin coğrafi imkanlarına bakıldığında, baraj gölleri hariç su kaynağı olarak kullanabileceği irili ufaklı 60 civarında göle sahip bulunduğu görülür. Baraj göllerinin sayısı ise 72 civarındadır. Nehir havzalarının sayısı 26 olup, küçük akarsular değerlendirmeye dahil değildir. Türkiye’de yıllık ortalama yağış 642 mm’dir. Fırat ve Dicle nehirleri yüzey sularının 1/3 oluşturmaktadır. Toplam yıllık yer altı suyu potansiyelinin 10.000km3 olabileceği tahmin edilmektedir.
Çeşitli ülkelerde sınır aşan sular nedeniyle ihtilaf nedeni olanların genel dökümü ise şu şekilde görülmektedir:
· Hindistan ile Bangladeş arasında Ganj Nehri dolayısıyla,
· ABD ile Meksika arasında Rio Grande nehri nedeniyle,
· Guatemela ile Meksika arasında Usumacinte, Suchiate ve Grijalva nehirlerinden doğan sorunlar nedeniyle,
· Lesotho Krallığı ile, Güney Afrika Cumhuriyeti arasında, Senqu Oranj sularından ötürü,
· Swaziland ile Güney Afrika Cumhuriyeti arasında Komati nehri nedeniyle sorunlar olmuş, anlaşmalar ve protokollar ile suların kullanımı ve paylaşımları esasa bağlanmıştır.
Türkiye ile ilgili olarak sınır aşan sular nedeniyle ihtilafa neden olan veya olabilecek durumda bulunanlar ise şu şekildedir:
· Türkiye ile Yunanistan arasında, Meriç nehri nedeniyle,
· Türkiye ile Bulgaristan arasında Meriç ve Tunca nehirleri nedeniyle,
· Türkiye ile Gürcistan, Ermenistan ve Nahcivan arasında ayrı ayrı “Çoruh, Posof çayı, Kura Nehri, Arpaçay, Aras Nehri” nedeniyle,
· Türkiye ve İran arasında, Aras, Sarısu, Karasu nedeniyle,
· Türkiye ve Irak arasında Dicle ve Fırat Nehirleri nedeniyle,
· Türkiye ve Suriye arasında, Fırat, Asi Nehri, Afrin, Çağçay suyu ve Kuveyik suyu nedeniyle zaman zaman ihtilaflar olmuş ve anlaşmalara bağlanmıştır.
Görüldüğü üzere, Türkiye’nin coğrafi konumu itibariyle, ihtilaf alanları içinde sınır aşan suların da hiçbir ülkede olmadığı şekilde çok geniş bir periferi bulunmaktadır. Bu da ülke güvenliği ile ilgili sorunlar arasında dikkate alınması gereken ayrı ve önemli bir diğer faktördür.
Kullanılabilir su kaynaklarındaki kirlenmeler dikkate alındığında, Orta Doğu’da bol su kaynaklarına sahip tek ülke olarak Türkiye, stratejik bakımdan kuvvetli bir konuma sahip olmaktadır. Bölge nehirlerinin büyük çoğunluğu Türkiye’den doğmakta ve bu da Türkiye’ye kaynaklar üzerinde etkili bir kontrol sağlama olanağı vermektedir.
Seyhan ve Ceyhan nehirlerinden akan su miktarı ortalama günde 39 milyon m3 olup, bunun 23 milyon m3 kullanılmakta, 16 milyon m3 denize dökülmektedir.
Arap ülkelerinin yüzeydeki su kaynaklarının toplamı 296 milyar m3. Yer altı su kaynakları 43 milyar m3 tahmin edilmektedir. Bilinen yer altı havzalarının tahmini toplamı da 7.723 milyar m3 olarak varsayılmaktadır. 1991 yılı itibariyle bölgenin kişi başına yıllık payı 1550m3 olmuşken, 2000 yılında bu rakam 1200m3 civarına düşmüştür.
Türkiye’nin yıllık ortalama su potansiyeli 196 milyar m3 olarak hesaplanmıştır. 2010 yılında bir diğer görüşe göre Türkiye’de kişi başına 2000m3 suyun düşeceği var sayılmaktadır.
Suriye’nin, Fırat üzerinden saniyede 500m3 su alması kararlaştırılmış durumdadır, bunun %58 Irak’a bırakılacaktır, bu faraziyeye göre hesaplanan su potansiyeli, 21,64 milyar m3/yıl olarak hesaplanmaktadır. Kişi başına düşen su ise “çeşitli kaynaklara göre” 1800 ile 3000 m3/yıl olarak değerlendirilmektedir.
Yaklaşık 80 milyar m3/yıl su potansiyeli olan Irak’ın, kişi başına düşen 5500 m3/yıl su kapasitesi ile bölgenin su kaynakları bakımından zengin bir ülke olmasını gerektirmektedir.
Dicle nehrinin toplam yıllık ortalama doğal akım miktarı “48.67” milyar m3 Bu potansiyelin %52. Türkiye’de oluşmaktadır.
Fırat ve Dicle Havzalarının yıllık ortalama toplam potansiyeli 85.26 milyar m3. Bu potansiyelin 56.60 milyar m3’ü Türkiye sınırları içinde oluşmakta olup, müşterek havzanın %67’ni teşkil etmektedir. Buna mukabil Türkiye, Fırat havzasından 14.60 milyar m3, Dicle Havzasından da 8.20 milyar m3 olmak üzere, toplam yılda ortalama 22.80 milyar m3 su kullanmak durumunda görülmektedir.
Görüldüğü üzere Türkiye uluslararası sözleşmelerden doğan vecibelerini yerine getirerek kendi topraklarından çıkan suların tasarrufunda komşuluk ilişkilerini gözetmektedir. Ancak küresel sorunlar dikkate alındığında, kullanılabilir su kaynaklarındaki daimi kirlenme ve artan ihtiyaçlarla, kaynaklar arasındaki ilişkide, ters orantılı bir durum devam etmektedir. Orta Doğu’daki su sorunu ile ilgili yorumlar içinde konunun ileriye yönelik hassasiyetine yer verilmekte olduğu da izlenmektedir!..
“Su Savaşları” kitabının yazarları John Bulloch ve Adel Darwısh’in tespitlerine göre, Arap ülkelerine ulaşan suların %85’nin Arap olmayan ülkelerden gelmesidir. Bulloch ve Darwısh kitaplarında, bilim adamlarına göre 2000 yılında pek çok ülkenin 1975’de sahip oldukları suyun yarısına sahip olacaklarını, ama su ihtiyacının iki katı artacağını hesaplamaktadırlar. Kısıtlı su kaynaklarıyla Orta Doğu’da durum pek çok yerden daha kötü olacağı tahmin edilmektedir. 1989’da bölgenin toplam nüfusu 314 milyon, büyüme oranı %2.8 iken, bu rakam 2000 yılında 400 milyonu geçmiştir. 25 yıl sonra ise iki katına çıkacaktır. Sadece bu rakam bile bir krizi göstermektedir. Bunun yanı sıra, israf, milli çıkarlar için geleneksel çatışmalar, kentleşme ve sanayileşme söz konusu krizin tahminlerden önde geleceğine işaret etmektedir. Bir kriz noktasına varılacağı şimdiden kesindir ve bilim adamları bunun zamanını hesaplamışlardır. 2050 yılı demektedirler.
Farklı bakış açıları içinde yapılan değerlendirmelerin ve rakamsal değerlerin, birbirine yakın sonuçlar verdiği görülmektedir… Türkiye’nin GAP yatırımlarını gerçekleştirmesini takip eden süreçte, terör eylemlerinin giderek hız kazandığı zaman aralığının suya yatırım yapıldığı dönemle örtüştüğü de hatırlanacaktır…
Olaylara tekrar genel hatları ile bakıldığında, yukarıda da ifade edildiği üzere, KAYNAKLAR VE İHTİYAÇLAR yalnız bölge ülkelerinin değil, ESAS OLARAK KÜRESEL GÜÇLERİN POLİTİK HEDEFLERİNDE YER ALMAYA BAŞLAMIŞTIR. SU FAKTÖRÜ de enerji ve diğer ham madde kaynakları gibi bu politik hedeflerin başında bulunmaktadır…
Amerikan ve Avrupa şirketlerinin önümüzdeki on-onbeş yıl içinde su kaynaklarının %65 / 70’ni ele geçirmeleri ön görülmektedir. Şirketler bu işi Dünya Bankası ile birlikte yürütmektedir. Su işletmecisinin Türkiye’nin siyasal arenasında dolaşan hareketçilerle ne işi var dememek gerekiyor… Açık toplumlaşan her ülkede başta enerji, maden ve su işletmeleri yabancıların eline geçmektedir. Türkiye’de de İzmit, Bursa, Antalya gibi kentlerin su işletmeleri yabancıların eline geçmiştir. Bir örnek olarak Güney Amerika ülkelerinden Bolivya’da su işletmesi ABD’li şirketlerin eline geçmişti Şirketlerin sermaye getirerek işletmeleri yenileyeceği propagandasıyla bu devirin sonunda görüldü ki, şirketler Bolivya’ya sermaye transferi yapmamışlardı. İşletmeyi sürdürebilmek için de birdenbire suya %30 zam yaptılar. Bolivya’da halk ayaklandı ve güvenlik güçleriyle yer yer çatışmalar oldu… Türkiye’deyse Belediyelere yerleştirilen özerkleşme ve özelleştirme felsefesiyle kentlerin su işletmeleri Batı Kartellerinin eline geçmektedir… Örneğin İngiliz-Alman ( RWE AG) şirketi Thames Water İzmit su işletmesini ele geçirmiştir. Thames 46 ülkede 51 milyon müşteriye sahiptir. İzmit su işletmesi ise dünyada özelleştirilen en büyük işletme olarak görülmekte ve 2020 yılına dek müşteri sayısının 600.000’den 1.600.000 ulaşacağı sanılmaktadır. Thames’in örgütsel ilişkileri Water partnership Councill, Water Aid, Business Partners for Development, Water and Sanitation Cluster, World Panel on Water İnfrastucture Financing, İnternational Water Association Dünya Bankası ile sıkı ilişkiler sonucunda,banka ülkede ya da kentle kendi koşulu olarak işletmelerin özelleştirilmesini dayatıyor ve şirket arkadan geliyor. Bu arada işin içine bankerler ve para oyuncuları da karışmış oluyor. Öte yandan, Av. Ergun ÖZGEN’in kaynaklar ve suyun önemi üzerine yaptığı derleme, suyun stratejik önemine ışık tutmaktadır.
Genel manzara içinde ve güncel olaylar kapsamında, mahalli idareler yasası ile, merkezin vesayet yetkisinin daraltılması veya tamamen kaldırılması söz konusu olması durumunda, muhtemel gelişmelerin neler olabileceğinin, yukarıdaki örneğe göre değerlendirilmesi mümkündür. Bu bağlamda, Türkiye’nin yakın gelecekte neler ile karşılaşabileceğini de tahmin etmek hiç de zor görünmemektedir.
DARALAN KAYNAKLAR İLE ARTAN İHTİYAÇLARIN durumu doğru analiz edilmeden aceleci kararların sonuçları ülkeye ve topluma büyük yükler getirebilecektir!.. Olaylara iyi niyetle yaklaşırken, uluslararası konjonktürdeki çıkar çatışmalarının da iyi hesaplanmaları ve özellikle büyük güçlerin POLİTİK HEDEFLERİNİN çok iyi tahlil edilmeleri gerekmektedir…
Su Coğrafyasında Anadolu’da
Amsterdam’daki gibi kış, Toulus’deki gibi yaz olur. Küçükasya’nın üçte biri yayladır. Susuz, bitkisiz, yer yer çıplak kayalarla delinmiş bozkırdan bir halıdır. Mavi mavi parıldayan göller, kıvrım kıvrım akarsular bu topraklara yüce, soylu bir tekdüzelik verir…
Garip bir onur, bir ağırbaşlılık bu topraklara, bu dağlara, bu yaylalara ait bir gizemlilik vardır… Binlerce yıldır bu böyledir… Binlerce yıldır bu böyleydi…
Ama artık Anadolu’nun çıplak dağları, kirlenmiş akarsuları, suları çekilmiş gölleri, taşlaşmış verimsiz toprakları, sağlıksız yerleşim alanları ve sonucunda yok olan su havzaları var… Neden böyle oldu? Hepimizin içinde yaşadığı “çevre”ye bu vahşice saldırı neden?
Anadolu
Avrupa ile Asya arasında üç tarafı nitelikleri birbirinden farklı olan denizlerle çevrili, üç kıta arasında köprü görevi yapan 779.000 km2’lik bir yarımada. Doğu da Iğdır Ovası bir çeşit Akdeniz iklimi özelliği gösterirken, hemen yanı başında bulunan Ağrı Dağı ve platosu Sibirya iklimine sahiptir.
Anadolu zengin bir müzedir… Tarih ve kültürel değerlerin yanı sıra akıl almaz bir biyolojik zenginliğe sahiptir.
Avrupa Kıtası’nın tümünde bitki türlerinin sayısı yaklaşık 12.000 kadar olmasına karşın bugün Türkiye’de saptanmış bitki türü sayısı hemen hemen bu sayıya yaklaşmıştır. Hayvan türlerinin sayısı da Avrupa Kıtası’nın 1.5 katı kadar, yani 80.000’in üzerindedir. Kıtalar arası göç eden kuşların kullandıkları köprülerden en önemlisi Anadolu’dur…
Anadolu toprağının özenle korunma zorunluluğu bazı hayvan türlerinin çeşitliliğinin yanı sıra birçok bitki türlerine de anavatan görevi yapmasıdır. Bunların çoğu ıslah edilerek insanlığın hizmetine sunulmuştur. Örneğin kiraz, kayısı, buğday, nohut, mercimek, incir, lale, kardelen, çiğdem ve tarla türlerinin %30 u da Anadolu’dan kök almıştır.
Türkiye’nin üç tarafı denizlerle çevrilidir. Kuzeyde, yakın zamana kadar su ürünleri bakımından yüksek verime sahip Karadeniz ne yazık ki Orta Avrupa kökenli kirli atıkları boşaltan Tuna nehri dolayısıyla hızla kirlenmektedir. Ama yalnızca Tuna mı kirletiyor Karadeniz’i…
Ya Kızılırmak, ya Sakarya… Biz daha mı az kirletiyoruz Karadeniz’i…
Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan, birçok deniz canlısına ev sahipliği yapan Marmara Denizi de çevrede ki sanayileşme ve kentleşmeden dolayı hızla kirlenmekte, Ege ve Akdeniz de öyle değil mi?
Bizler, özellikle dünya yüzeyinde ki su miktarının yalnızca %2,5’unu oluşturan tatlı suya bağımlıyız. Büyük oranda Antartika’da ve daha azı Göreland’da ki buzulların içinde, kuzey kutup takkesinde ve dağ buzullarında kilitlenip kalmış su budur. Dünya su sisteminin karşısındaki stratejik tehlike de endüstrileşen uygarlığın ürettiği kimyasal maddelerle dünya çapında su kaynaklarının kirlenmesidir.
1.7 milyardan fazla insana yeterli temiz su kaynağı bulunmamaktadır. 3 milyardan fazla insan yetersiz sağlık koşulları içindedir.
BM Çevre Programının bir araştırmasına göre gelişmekte olan ülkelerdeki her beş hastalıktan dördü ya kirli sular ya da yetersiz sağlık koşullarından kaynaklanmaktadır.
Dünyanın birçok yerinde nüfus artışının su sistemi üzerindeki baskısına bir de kişi başına kullanımın artması eklenmektedir. Bunun nedenlerinden birisi, artan nüfusu beslemek için tarımda sulamanın daha çok kullanılmasıdır. Dünyada insanoğlu tarafından kullanılan tatlı suyun hemen hemen 4/3’ü sulamada kullanılmaktadır. Asıl trajik olan bu suların beşte üçünün verimsiz ya da çevreye zararlı teknikler nedeniyle ziyan olmasıdır.
Ülkemiz akarsuları ve su kaynakları olarak zengin bir ülke…
Kızılırmak, Fırat ve Dicle… Seyhan, Ceyhan ve Sakarya… Yeşilırmak, Çoruh ve Aras ve Meriç, Ergene, Susurluk, Simav, Gediz, Büyük ve Küçük Menderes… Adını sayamayacağımız diğerleri ve göllerimiz…
Her biri mavi mavi parıldayan irili ufaklı yüzlerce göl. Kimisi dünyanın en yüksek rakımlı göllerinden. Çini Göl, Alim Gölü, Balık Gölü, Çıldır ve Nemrut Gölleri gibi…
Kimisi dünyanın en büyük gölleri arasında, Van gibi.. Bir diğeri ülkemizin, belki de bölgemizin en büyük tuz kaynağı… Tuz Gölü gibi.
Türkiye’nin 78 milyon hektar olan yüzölçümünün yaklaşık 26 milyon hektarını sulanabilir araziler oluşturmaktadır. Ancak, yapılan çalışmalar sonucunda, ekonomik olarak sulanabilecek 8,5 milyon hektarlık alanın 3,4 milyon hektar kamu tarafından olmak üzere, toplam 4,7 milyon hektarı sulanmaktadır.
Türkiye su zengini değil
Türkiye üzerine yıllık 501 milyar metreküp su düşüyor. Bu suyun 274 milyar metreküpü buharlaşıyor, 41 milyar metreküpü yeraltı sularına karışıyor. Komşu ülkelerden Türkiye’ye 7 milyar metreküp su gelirken, Türkiye’nin brüt su potansiyeli 234 milyar metreküpü buluyor. Ancak Türkiye bu suyun sadece 110 milyar metreküpünü kullanabiliyor. Günde 400 ton toprak sulamayla kayboluyor.
Türkiye’de su kaynakları ‘susuz’ kalıyor
Günümüzde bir ülkenin su zengini sayılabilmesi için yılda ortalama kişi başına 10 bin metreküp su potansiyeline sahip olması gerekirken, Türkiye’de ise kişi başına 3 bin 500 metreküp potansiyel, 1800 metreküp kullanılabilir su bulunuyor. WWF-Türkiye’nin araştırmasına göre, Türkiye’de nüfusun 2030 yılında 80 milyona ulaşacağı varsayımı doğrultusunda, kişi başına düşen su miktarı 1375 metreküp, şu anda yüzde 67 olan su kaynaklarını kullanma oranı ise yüzde 100’e ulaşacak. Son 40 yıl içinde, büyüklüğü 5 Tuz Gölü’ne eşit olan 1 milyon 300 bin hektarlık su kaynağı tahrip edilirken, kentlerin yüzde 90’ında kanalizasyonlar, bu kaynaklara boşaltılıyor. Beklenmedik seller, kuraklık ve kirlenmeler de genellikle bu değişimlerin doğal su döngüsünde aksamalara yol açması nedeniyle oluyor. Önlem alınmadığı takdirde ise 2025 yılında kişi başına düşen su miktarının, kritik sınırın altında olacağı öngörülüyor.
VAN GÖLÜ’NÜN 3 KATI BÜYÜKLÜĞÜNDE SULAK ALAN KAYBEDİLDİ
”Son 40 yılda Türkiye’de Van Gölü’nün 3 katı büyüklüğünde, yaklaşık 1 milyon 300 bin hektar sulak alan kaybedildi. Geriye sadece 1 milyon 250 bin hektar sulak alan kaldı. Tarımsal su kullanımının kontrolsüz olması ülke genelinde çok büyük bir sorun. Sadece Konya Kapalı Havzası’nı tehdit eden yaklaşık 26 bin kaçak su kuyusu var. Bu kuyulardan kontrolsüz şekilde sürekli su çekiliyor.”
YERALTI SULARININ YÜZDE 80’İ TARIMDA KULLANILIYOR
”Akşehir Gölü de kurumak üzere. Su seviyeleri giderek azalan neredeyse bütün
sulak alanlar tehlike sinyalleri veriyor. Sulak alanlarla birlikte sazlıklar da yok oluyor. Ülke ekonomisine ciddi gelir sağlayan sazlıklar, suyu süzme özelliğiyle de önemli bir görev üstleniyor. Sazlıklar tabii arıtım yapıyor. Bugün atıklarla da kirlenerek tehdit altında bulunan Bolluk Gölü, Tersakan Gölü, Tuz Gölü, Obruk Yaylası, Ereğli Ovası ve Kulu Gölü başta olmak üzere sulak alanlar ve bitki alanlarının acilen korunması gerekiyor. Konya Kapalı Havzası’ndaki sulak alanlar çok acil tedbir alınmazsa başta Tuz Gölü olmak üzere geri dönüşü olmayacak ciddi problemlerle karşı karşıya kalacak.
İç Anadolu’da yeraltı suları kurudu
Kuruma tehlikesiyle karşı karşıya olan sulak alanlar: Tuz Gölü’nden sonra, Eşmekaya Sazlıkları, Hotamış Sazlıkları, Sultan Sazlıkları, Ereğli Akgöl, Meke Gölü, Akşehir Gölü: Türkiye’nin en önemli sulak alanlarından olan, Sultan Sazlığı’nın su sorunu sürerken, Seyfe Gölü’nün bulunduğu alanın, 20 cm kalınlığında tuzla kaplı ve rüzgar erozyonuna açık, tarım alanlarını tehdit eden bir “tuz çölü” haline geldiği bildirildi.
Obruklar artıyor, Meke ve Tuz Gölü yok oluyor
Konya Ovası’nda kontrolsüz 100 bin yeraltı su kuyusu ve sondaj noktası bulunmaktadır. Bölgede az su tüketen hububat ürünleri yerine, mısır ve pancar gibi bol su tüketen tarım ürünleri teşvik edilmektedir. Buna bağlı olarak aşırı ve yoğun çekilen yeraltı suları sonucu, yer altında boşluklar oluşmakta, tarım ve yaşam alanlarında OBRUK adı verilen dev silindirik göçükler ve çukurlar oluşmaktadır.
Apa Barajı her geçen gün kurumaktadır, Çözüm için, Göksu Irmağı kaynağından Konya Ovasına MAVI TÜNEL adı verilen su yolları inşaa edilmektedir. Öte yandan, Tuz Gölü her geçen gün biraz daha ölüyor. Halen tuz üretimi yapılan gölün giderek kirlenmesinin ana nedeni yine insan. Konya’dan gelen sanayi ve kanalizasyon suları kirliliği iyice artırdı. Özellikle Cihanbeyli’nin Gölyazı beldesinde bulunan Tekel ve özel işletmelere ’a ait tuz tesisleri, bu kirliliğin bir başka yüzü. Bunun dışında Aksaray, Cihanbeyli, İncili, Beyşehir, Bozkır ve Şereflikoçhisar kanalizasyonları da kirlenmede önemli etken. Konya dahil tüm bu kanalizasyonların ve sanayi atıklarının 1992 verilerine göre, Tuz Gölü’ne verdikleri kirli atınlar şöyle: 1949 ton deterjan, 90 bin ton yağ ve gres, 1500 ton organik madde, 28 ton nitrat, 18 bin ton sülfat ve 276 kilo civa. Tüm İç Anadolu’da olduğu gibi bu bölgede de anız yangınlarını ve tuz üretimi sırasında kullanılan kazıyıcı, tarayıcı ve taşıyıcı araçların göle verdiği zarara bir de yer altı sularını çekilmesi eklenince, 1642 kilometrekare alan 1100 kilometrekareye düşüyor. Eriyen güzelliğimiz Tuz Gölü, bu gidişle 15 yıl sonra yok olacağa benziyor… Tıpkı, Kuzey Çin’de Uygur Bölgesinde yani, giderek yok olan karız yer altı su kanalları ve deniz seviyesinden -154 metre aşağıda bulunan Yargöl’ün şimdilerde tamamen kuruduğu gibi, Tuz Gölü’nü de aynı son beklemekte. Ya da, Sibirya’da kuzey buzullarının erimesi sonucu yarım metre yükselen ve akış yatağı genişleyen Volga, Obi, Yenisey ve Dinyeper nehirleri, bir başka tehlike sinyalleri veriyor. Ama biz insanlar hala geleceğimizle kumar oynuyoruz. Afrika’da, Güney Asya’da ve dünyanın başka bölgelerinde son yüz yıldır, uygarlık ve insan hakları adına “misyonerlik” çalışmaları sürdüren barılılar, şimdilerde açlık, yoksulluk, ölüm ve savaş oyunlarıyla tüm insanlığı ve doğayı tehlikeye soruyorlar. İnsan olma etiği adına yapılıyor tüm bunlar…
SULTANSAZLIĞI, (SULTAN ÇÖLÜ) OLABİLİR
Yeryüzündeki tüm canlılar için yaşamın temel kaynağı olan su giderek tükenmekte. Dünyamızın %70’i sularla kaplı olmasına rağmen, tatlı su kaynakları bunun yalnızca %2,5’idir. Bugün yeryüzü nüfusunun beşte biri su kaynaklarının yanlış kullanımı, kirlilik, alan kaybı gibi nedenlerden dolayı sağlıklı, temiz ve içilebilir suya sahip değil. Günümüzde yaklaşık 1,3 milyar kişi su sıkıntısı çekmekte. Gelecek 25 yılda bu sayının 2 katına çıkacağı tahmin ediliyor.
Su talebinin son 25 yıl içinde % 60 arttığını biliyor muydunuz? Bir ülkenin su zengini olabilmesi için kişi başına düşen yıllık ortalama su miktarının en az 10.000m³ olması gerekirken, bu miktar Türkiye’de 1.430 m³. Bu rakam, bilinenin aksine Türkiye’nin su zengini olmadığını gözler önüne seriyor. “Dünyanın kaynakları sınırlıdır. Hayal edebileceğimiz en ileri teknolojiler bile, yeryüzü kaynaklarını artırmaya olanak tanımayacaktır. Doğal kaynakların hiç tükenmeyecekmiş gibi kullanılması, aslında yaşamla oynanan bir kumardır.”
Orta Toroslar-Bolkar Dağları’nda, 2650 metre rakımda bulunan Karagöl’de yaşayan Rana Holtzi (Toros) Kurbağaları, kardelenler ve yabanıl yılkı atları da yok oluyor…
Dünyada başka benzeri bulunmayan, halk arasında Toros Kurbağaları olarak bilinen, ötmeyen ve sürüler halinde yaşayan Rona Holtzi cinsi kurbağalar, bilinçsizce göle atılan alabalıkların tüketmesi nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya… Ayrıca, Karagöl ve Çinili Göl çevresindeki yaylalarda yaşayan yabanıl yılkı atları, dağ keçileri, kınalı keklik, sülün, sessiz kurbağalar, peygamber böceği ve de endemik özelliği olan ballıbaba, mor çiğdem, navruz, Bolkar lalesi ve kardelen gibi flora ve faunalar, ekolojik dengenin bozulması sonucu yok yolma tehlikesiyle karşı karşıya…
Yine bu bölgede bir başka doğa olayı tehlike sinyalleri veriyor. Buda da, hiç kuşkusuz erozyon… Özellikle, Seyhan Nehri’nin bir kolu olan ve Ulukışla ilçe merkezinin atık suları ve kiyasal ilaçlarla zehirlenen Çakıt Deresi’nin kaynağı Niğde’nin Ulukışla ilçesinde bulunuyor. Bilinçsizce tüketilen yeraltı su kaynakları ve orman tüketimi, Çakıt Vadisi’nde kuraklıklara ve erozyonlara neden olmaktadır. Artık, bu dağlarda yabanıl hayvanlar görülmüyor. Bölgede yapılan ağaçlandırma çalışmaları nedeniyle yasaklanan hayvancılık, köylüleri göçe zorluyor. Teşvik edilen sebzecilik, kiraz, bodur elma ve badem ağaçları ise, yeraltı sularının çekilmesi sonucu, bir işe yaramıyor. Doğa biz insanlardan intikam alıyor. Bir şiirime esin kaynağı olan; bu doğa olayına çevre köylülerin ilginç bir benzetmesi var: “DAĞLAR KÜÇÜLÜYOR VE KAYALAR BÜYÜYÜRDU…” Erozyon başka nasıl anlatılır ki…
Toros Kurbağası ( Rana Holtzi) yok oluyor
“Atatürkiye ve Çevre” adlı konferansı yasaklayan Ulukışla Kaymakamı, Toros Kurbağalarının yaşam alanı Karagöl’e ve yakınında yapılacak kayak merkezine turist çekmek için, devletin olanaklarıyla yol yaptırıyor. Oysa insanlar, buradaki endemik canlıları yok ediyor, çevreyi kirletiyor… Sessiz Toros Kurbağalarının çığlığına kimse aldırmıyor… Rana Holtziler yok oluyor… Biz yok oluyoruz…
Dünya’da yalnız ülkemizde Niğde ili Ulukışla ilçesi sınırları içerisindeki Toros Dağlarında 2650 metre yükseklikteki Karagöl’de yaşamaktadır. Karagöl yaklaşık 60 Hektar büyüklükte ve enderin yeri 12 metre olan Tektonik bir göldür. Besin miktarı oldukça sınırlıdır. Morfolojik özellikleri; vücut boyu 7,5 cm kadar olan bu türün derisi yumuşak, ince ve düz nadiren dişilerde siğiller bulunur. Baş yanlarındaki temporal şeritler barizdir. Erkeklerde iç ses kesesi bulunduğu için bunlar ova kurbağaları gibi ötmezler. Sırt taraf sarımsı kirli yeşil veya sarımsı pembe olup siyahımsı lekelidir. Bu lekeler arka bacaklar üzerinde de bulunur. Karın taraf genellikle lekesiz pembemsi bazen sarımsı nadiren de gri beyazdır.
Biyolojik- Ekolojik Özellikleri; Kenarları çayırlık dağ göllerinde yaşar şimdilik dünya’da bilindiği tek yer Ulukışla Torosları’nda 2650 m yükseklikteki Karagöl’dür. Ayrıca bu gölden 100 m daha yüksekteki ve daha küçük Çini Göl’de de çok ender olarak bulunmaktadır. Bu gölde ender olarak görülmesinin nedeni göl etrafındaki çayırlık kısmın yok oluşudur. Böylece çok sıcak yaz aylarında bile serinliğine doyum olmayan bu yüksek yayla gölünde yaşamlarını milyonlarca yıldan beri sürdürmektedirler. Üremeleri; Mayıs ayı sonundan itibaren Ekim ayına kadar olan yaklaşık Dört aylık bir zaman içinde aktif olan toros kurbağası, üreme biyolojisini tamamlamak zorundadır. Bir başka deyişle en fazla Dört aylık bir zaman içinde Toros Kurbağası çiftleşip yumurta bırakmak ve sezon sonuna kadar da iribaş denilen yavruların kuyruklarını kaybederek küçük kurbağa haline gelmeleri gerekmektedir. Üreme zamanının kısalığı nedeniyle bir tarafı henüz buzlu olan gölün erimiş kısımlarında zaman zaman 14-16 Erkek kurbağanın bir dişiyi yumurtlatmak üzere kucakladığı tespit edilmiştir. Böylece çok sayıda kurbağadan oluşan yumakta bırakılacak yumurtaların erkekler tarafından döllenmesi sağlanmış olmaktadır. Beslenmeleri; Toros Kurbağası yaşadığı Karagöl’ün yüksekliği nedeniyle kısa sürede aktiftir. Bu devrede gölün etrafındaki çayırlık ve bitkili kısımlarındaki böcekleri yiyerek beslenirler. Çayırlık alanda böcek bulabilmek için sudan zaman zaman 30-40 metre uzağa gidebilmektedirler. Göl etrafında yapılan incelemelerde bitki türlerinin çok iyi gelişmiş olduğu kısımlarda, diğer bölgelere göre daha fazla kurbağa örneği saptanmıştır.
Böylece göl kenarında çayırların ve bitki türlerinin iyi gelişmesi, buradaki Toros Kurbağasının yaşaması için büyük önem taşımaktadır. Göl kenarındaki bitki türlerinin iyi gelişmesi, bu çayırlıklarda keçi sürülerinin dolaşarak buraları gübrelemesine bağlıdır. Bu nedenle keçi ve koyun sürülerinin gölün kenarlarında dolaşmalarının teşvik edilmesi gereklidir. Davranışı; Toros Kurbağası Karagöl’ün kenarlarındaki çayırlık kısımlarda barınır. Avlanmak üzere çayırlık alanda su kenarından 30-40 m. uzaklaşabilir. Sıkıştırıldığında ova kurbağası kadar hızlı ve kuvvetli olmayan zıplamalarla suya ulaşmaya çalışır. Ayrıca çayırlıktaki kaynak sularının kenarındaki yastık şeklindeki çayır köklerinin alt ve aralarında gizlenir. Karada ve su içinde oldukça yavaş hareket eder. Bu kurbağanın popilasyonu son 6-7 yıl içinde önemli ölçüde azalmıştır. Azalmanın en önemli nedeni göle 1990 yılında aynalı sazan yavrularının aşılanmış olmasıdır.
Nitekim 1967 yılında Karagöl’ün kenarlıklarındaki çayırlarda mevcut olan kurbağa popilasyonu günümüzdeki miktarının dört katı sıklıktaydı. Günümüzde Toros Kurbağası’nın Karagöl’de % 60-70 dolayında azalmasına göle atılan aynalı sazan balıklarının bitkisel ve hayvansal maddelerle beslenmeleri neden olmuştur. Toros Kurbağası’nın yavruları ve lavraları aynalı sazan balıkları tarafından sevilerek yenilmektedir. Son üç yılda ağlarla gölden toplanan aynalı sazan balığı örnekleri göldeki balık miktarının önemli ölçüde azalmış olduğunu göstermektedir. Göldeki balık miktarı önemli ölçüde azalmış durumdadır. Ancak en önemlisi Karagöl’den balık örneklerinin kesintisiz olarak her yıl avlanmaya devam edilmesidir. Böylece göldeki balık miktarı kurbağa lavra ve yumurtalarına fazla zararı olmayacak duruma getirilmiş olacaktır.
Toros Kurbağası – İnsan İlişkisi; Karagöl’ün daha Turistik bir hale getirilebilmesi için göle hiç kimseye sorulmadan aynalı sazan balığı aşılanmıştır. Böyle bir bilinçsiz davranış sonucunda Dünya’nın yalnız bu bölgesinde yaşayan Toros Kurbağası popilasyonu büyük ölçüde zarar görmüştür. Bundan sonraki amacımız da Dünya’da yalnız bu bölgede yaşayan bu doğal zenginliğimizi ( Toros Kurbağasını) koruyarak bölge ve ülke yararına değerlendirilmesini sağlamak olmalıdır. Böyle bir amaca ulaşılması yalnız bölge insanları ile mahalli idare yetkililerinin konuya gereken önemi vermelerine bağlıdır. Bölgedeki pek çok endemik bitki gibi, Rana Holtzi kurbağaları da yok oluyor…
Bolkar-Karagöl’ün Kara Bahtı!
Niğde Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Cengiz Kayacılar ve Niğde Dağcılık ve Doğa Sporları Derneği Başkanı Nuri Dokuzoğlu gibi çevreciler, olan bitenleri belgeliyor ve ilgilileri uyarıyor. Çevre felaketi ile ilgili raporlar hazırlıyorlar. Bolkar Dağları; Orta Toroslar’ın merkezi kütlesini oluşturur ve Aladağlar’dan sonra sıradağların en yüksek doruklarını (Medetsiz-3524m.) kapsar. Kabaca KD-GB uzanımlı tipik bir sıradağ görünümündeki Bolkar Dağları, sistemin kuzeye uzanan parçası Aladağlar’dan, Seyhan Nehri’nin en batıdaki kolu olan Pozantı Çayı ve Boğazı ile ayrılır. Başlıca 3 yükselti grubundan oluşur: Güneyde Yıldız Dağı (3134 m), orta kesimde Aydos Dağı (3430 m) ve doğuda Pozantı-Gavur Dağları (3114 m) sıralanır. Yıldız Dağı güney-güneybatısındaki Karagüney Dağları (2474 m) ise Bolkar Dağları’nın güneybatıya alçalan ve ortalama yükseltisi 2000 metreyi bulan yüksek plato kesimini oluşturur.
Güneyde yer alan İçel ile kuzeyde yer alan Karaman, Konya ve Niğde il sınırları Bolkar Dağları su bölümü çizgisini takip eder. Batıda Ayrancı (Karaman) kuzeyde Halkapınar (Ereğli) ve Ulukışla (Niğde), doğuda Pozantı (Adana) ve güneyde Çamlıyayla (İçel) en yakın yerleşim birimleridir. Bolkar Dağları’nın en yüksek kesimi (Medetsiz zirvesi-3524 m) ve en çok tanınan Göller Yöresi Niğde il sınırları içerisinde kalır. Dağlık alana giden en kolay ulaşım yolu da Niğde-Ulukışla-Darboğaz üzerinden sağlanır. Bolkar Dağları aynı zamanda Akdeniz Bölgesi ile İç Anadolu Bölgesi arasındaki bölge sınırı üzerinde bulunur.
Aladağlar’dan sonra Toros Sıradağları’nın en çok tanınan bölümü Bolkar Dağları’dır. Yılın her mevsimi eğitim ve tırmanış amaçlı gelen dağcıların eksik olmadığı Bolkar Dağları, ülkemize gelen yabancı doğa sporcularının da mutlaka uğradığı, dünyaca üne sahip dağlarımız arasında. Ancak, ulusal ve uluslararası boyutta sportif ve turistik kullanımın giderek denetimsiz biçimde yoğunlaşması, Bolkar Dağları ekosistemi üzerinde antropojen baskıları da arttırıyor. Bunun yanı sıra; çevre illerden Bolkarlar’a çıkarak geleneksel yaylacılık faaliyetlerini sürdüren önemli bir yaylacı nüfusu da bulunuyor. Yaylacılar, alpin çayırlarda ve orman üst sınırına yakın alanlarda aşırı hayvan otlatması yaparak endemik dağ çiçeklerinin neslini ve orman alanlarını tehlikeye sokuyor. Yine uzun yıllar boyunca yapılan aşırı ve kaçak avcılık nedeniyle yaban hayatı üzerinde de önemli bir azalma gerçekleştiği biliniyor. Özellikle Niğde Bölümü, Göller Yöresi’ndeki buzul göllerinde bulunan endemik dağ kurbağası Rana Holtzi ve Bolkar Lalesi gibi nadir çiçek türleri büyük tehlike altında. Meydan Yaylası’ndan devam ederek Karagöl üzerindeki sırta kadar açılan yaz araba yolu, günübirlikçilerin istilasını 2700 metrelere kadar çıkardı.
Uzun yıllardır bütün bilimsel çabalara rağmen her ne hikmetse bir koruma statüsüne kavuşturulmayan bu biyolojik çeşitlilik ülkesi, “Kış Turizmi Bölgesi” ilan edilme art niyetlerine kurban edilmeye çalışılıyor… Malum rant zihniyeti, “Bolkar Dağları Turizm Bölgesi”nden akacak paraların hayalini kuruyor… Lakin onları bekleyen sonuç: Sürdürülemez turizm ve katledilmiş bir dünya mirası!
Meydan Yaylası, Göller Yöresi ve ekolojik anlamda bağlı bulunduğu yakın çevresinin kış turizmine açılması, Erciyes örneğinde olduğu gibi ekolojik bir katliamı da beraberinde getirecektir. Bolkar Dağları ekosisteminin en hassas bölümlerinden biri olan bu saha, “Mutlak Koruma Statüleri”ne kavuşturulmalı ve özel eğitim almış çeşitli ilgi gruplarının bilimsel, eko-turizm ve sportif faaliyetleri dışında her türlü keyfi kullanıma kapatılmalıdır.
İklim Değişiyor
1990’lar son 600 yılın en sıcak yılları olarak tarihe geçti. 2100 yılına kadar dünya ısısının 4 derece daha artması bekleniyor. Bilim adamları, bu artışın dünya tarihinde son 10.000 yılda oluşan en büyük değişiklik olacağını söylüyor. Hastalıkların, doğal afetlerin ve çölleşmenin artması bekleniyor.
Dünyada su tükeniyor
Dünyanın %70’i su olmasına karşın, bunun %97’si deniz suyu, %2’si kutuplarda buzul halinde bulunuyor. Tüm dünya için içilebilir su miktarı ise var olan kaynakların yalnızca %1’i. Her yıl doğan yaklaşık 90 milyon bebek için yılda ek 27 milyar m3 suya ihtiyaç var.
Türkiye’de de su bitiyor
Türkiye’nin tüm kullanılabilir su varlığı yer altı suları dahil 110 milyar m3’tür. Tuna Nehri’nin Karadeniz’e yılda 260 milyar m3 su boşalttığı göz önüne alınırsa, bilinenin aksine ne kadar su fakiri olduğumuz anlaşılacaktır.
Türkiye su zengini bir ülke değil! Bir ülkenin su zengini sayılabilmesi için kişi başına düşen ortalama kullanılabilir su miktarı yıllık en az 10.000 m3 olmalıdır. Oysa, günümüzde bu değer Türkiye için yalnızca 1.430 m3’tür. 2030 yılında Türkiye’nin nüfusunun 80 milyona ulaşacağı ve kişi başına yılda 1.100 m3 su miktarı düşeceği tahmin ediliyor.
Yok ediyoruz
Tüm dünyada her gün 400.000 hektarlık orman alanı yok oluyor. Türkiye’de her yıl 20.000 hektarın üzerinde orman alanı yok oluyor. Doğu Karadeniz yöremizdeki ılıman kuşak, doğal yaşlı ormanlarımızın yalnızca %12’si bozulmadan günümüze kadar kalabildi.
Kaybediyoruz
Türbalik alanlarımızı %80’ini kaybettik. Fundalık alanlarımızın %90’ını kaybettik. Kumul alanlarımızın %80’i artık yok. Türkiye’de son 40 yılda 1.300.000 hektar, yani Van Gölü’nün üç katı kadar sulak alan kaybedildi.
Çevre neden bu kadar önemli?
Johannesburg’da dünya ülkeleri, fakirliğe kadar varan ana sorunların en temel çözümünün sürdürülebilirlik kavramının tüm sektörlerde yaygınlaştırılmasında yattığını kabul etti. Sera etkisi artıyor; doğal kaynaklar bitiyor; maliyetler artıyor; gelir eşitsizliği artıyor. Şirketlerin tüm bunlarda payı çok fazla!!
Milli parklara, arkeolojik ve doğal sit alanlarına yapılmak istenen baraj ve sulama projeleri, yürütmeyi durduran mahkeme kararlarına rağmen, müteahhit şirketler tarafından sürdürülüyor. Bu kapsamda, Munzur Vadisi Milli Parkı, Hasankeyf, Allianoi, Zeugma gibi doğal ve tarihi alanlar, bir daha geri gelmemek üzere yok oluyorlar.
• Artvin’deki Yusufeli Barajı’nın yürütmesi, ekonomik açıdan karlı olmaması nedeniyle durduruldu. Eşmekaya Barajı su biriktiremediği için boş duruyor, ama doğaya verilen zarar yüzünden Anadolu’nun en önemli kuş ve bitki alanlarından Eşmekaya Sazlıkları yok oldu.
Seyfe Gölü, Ekşisu Sazlığı gibi sulak alanlar, Sulak Alanlar Sözleşmesi uyarınca korumayı taahhüt etmemize rağmen çok açık bir şekilde kurutuldu ve bu durum kamuoyundan saklandı. Sulama, drenaj ve baraj projelerinin plansızca uygulanması nedeniyle Sultansazlığı, Ereğli Sazlığı, Eşmekaya Sazlığı, Tuz Gölü gibi onlarca koruma statüsüne sahip Orta Anadolu Bölgesi’nin sulak alanları tümüyle kuruma noktasına geldi. Çok değil, kısa süre sonra bölgede yeni çöller ortaya çıkacak. Yeraltı ve yerüstü sularına yapılan plansız müdahaleler nedeniyle ülkemizin pek çok yerinde yeraltı suları metrelerce aşağıya indi, tarım ve mera alanları verimsizleşti. Barajların ovaları besleyen tortuları tutması sonucu tarımsal açıdan büyük önem taşıyan Çukurova ve Bafra Ovası’nın kıyı bandında erimeler başladı.
İstanbul’un Barajları ve Melen Çayı kuruyor
İstanbul’a su sağlayan Melen Çayı’nda kuraklığa bağlı olarak su seviyesinde düşme yaşanmaya başladı. Geçen yıllarda şubat ayı ile kıyaslandığında çaydaki su seviyesinde yaklaşık 80 santimlik düşüş olduğu belirtildi.
Sakarya’nın Kocaali İlçesi’ne bağlı Ortaköy Beldesi’nde bulunan regülatör ile Melen Çayı’ndan İstanbul’a geçen yıl 159 milyon 170 bin metreküp su sağlandı. Bu yıl ise Melen Çayı’nın yüzde 80′inin bulunduğu Düzce’de kuraklık etkilerini göstermeye başladı. Melen Çayı’nda ve besleyen derelerde su seviyesi düştü. Geçen yıl şubat ayı ile kıyaslandığında çaydaki su seviyesinde yaklaşık 80 santimlik düşüş olduğu belirlendi. Düzce’nin Cumayeri İlçesi Dokuzdeğirmen Köyü’ndeki köprünün ayaklarında ve çay yatağında su seviyesindeki düşüşün izleri belli oluyor. Geçen yıllarda mayıs ayına kadar karların bulunduğu Kardüz Yaylası’nda ise çok az kar bulunması kuraklığın boyutunu da gösteriyor.
SU SEVİYESİNDEKİ DÜŞÜŞ ÇAY YATAĞINDA BELLİ OLUYOR
Melen Çayı’nın Dokuzdeğirmen Köyü’nde bulunan rafting tesisleri ve restoranlar konuklarını ve sporcuları ağırlamaya devam ederken, su seviyenin düşmesine rağmen çay tüm güzelliği ile akmaya devam ediyor. Düzce Rafting İl Temsilcisi ve veteriner hekim Şerif Ali Karanfil, Melen Çayı’nın her aydaki debisini bildiklerini belirterek, “Karların olması gereken ya da eridiği zaman, yağışların olması gereken ve nehre su olarak dönmesi gereken bir zamandayız. Şu an seviyenin yaklaşık 70-80 santim daha yukarıda olması gerekiyor. Ancak bu sene kar yağışı ve yağmur yağışı olmadı, eriyecek karımız da kalmadı. Düzce Ovası’nın etrafını çevreleyen dağlara baktığımızda kar da görmüyoruz. Isı şu an 20 derece civarlarında ve eriyecek karımız da yok. Belki bir hafta, on gün sonra çok daha fazla düşecek. Bu artık suyun sıkıntısını bize işaret buyuran bir hali” dedi.
ANADOLU’DA 50 YILDA 36 GÖL KURUDU
Antalya, Isparta, Burdur, Denizli, Kaş Platformu’nun, 2 Şubat Dünya Sulak Alanlar Günü nedeniyle 7 ilde yaptığı araştırmaya göre, son 50 yılda 36 göl tamamen kururken, 14 göl ise hızla kuruma tehlikesiyle karşı karşıya.
Antalya Isparta Burdur Denizli Kaş Platformu, 2 Şubat Dünya Sulak Alanlar Günü nedeniyle kurumuş ve kuruma tehlikesiyle karşı karşıya olan göllerle ilgili yaptığı araştırmayı yayınladı. Göller Bölgesi’nde Isparta, Burdur ve Antalya ile çevre iller Konya, Mersin, Hatay ve Afyonkarahisar olmak üzere toplam 7 ile yönelik araştırmada, son 50 yıl içinde 36 gölün tamamen kuruduğu, 14 gölün de kuraklık tehlikesi altında olduğu belirtildi. Platformun raporuna, bu yıl biri tamamen kurumuş olan Antalya’da Nohut Gölü ile biri de kuruma tehlikesi yaşayan Burdur’da Gölhisar Gölü’nün eklendiği kaydedildi.
Türkiye’nin çevre ve su kaynaklarını korumadaki zayıflığını ortaya çıkaran araştırmanın raporuna göre susuz göl ve sazlıklar şöyle:
“Antalya’da Elmalı İlçesi’nde bulunan Karagöl, Girdev Gölü, Müren Gölü, Küçük Göl. Korkuteli İlçesi’nde bulunan Manay Gölü, Sarıgöl (Kırkpınar), Gölcük, Genceli Gölü, Keklicek Gölü, Nohut Gölü. Antalya’da bulunan Karadayı ve Boğazak Sazlıkları. Burdur’da bulunan Kestel Gölü, Yazır Gölü, Akgöl, Mamak Gölü, Kurugöl, Beylerli Gölü, Karaevli Gölü, Heybeli Gölü, Pınarbaşı Gölü, Genceli ve Karadayı sazlıkları. Isparta’da bulunan Alparslan Gölü.
Konya’da bulunan Suğla Gölü, Arapçayırı Çumra Ovası, Güvenç Gölü, Yarma Bataklığı, Hotamış Sazlıkları, Samsam Gölü, Akşehir Gölü, Karapınar Ovası ve Ereğli Sazlıkları. Mersin’de Aynaz Bataklığı ve Regma bataklığı. Hatay’da ise Amik Gölü.”
RİSK ALTINDAKİ GÖLLER
Rapora göre, Antalya’da Yamansaz Gölü’nün yarısı susuz ve susuz bölümünde hızla dev binalar yapılaşması bulunuyor. Boğazkent’teki Çakal Gölü’nün yarısı susuz ve Boğazkent Kuş Cenneti de kuruma tehlikesi yaşıyor. Burdur Gölü’nün dikkuyrukları ve suları tehlikede. Yarısı kurutulmuş Karataş Gölü’nün suları çekiliyor ve balıklar için tehlike var. Gölhisar Gölü hızla kurutuluyor. Acı Göl’de tuz stepleri tehlikede. Salda Gölü’nün kumları ve berraklığı artık kayboluyor. Yarışlı Gölü de hızla kuruyan Göller arasında yer alıyor. Isparta’da Eğirdir Gölü’nün kerevitleri ve varlığı tehlike geçirirken, Milli Park içindeki Kovada Gölü eğer böyle devam ederse birkaç yıla kadar kuruyacak. Konya’da Beyşehir Gölü’nun suları çekiliyor. Tuz Gölü hızla kuruyor.
Afyonkarahisar’ın İscehisar Gölü mermer atıkları nedeniyle büyük risk altında bulunuyor.
ÇÖZÜM BULUNMASI GEREKİYOR
Dünyanın artık suya hasret günlere doğru yol aldığı belirtilen raporda, Türkiye’nin 1993 yılında taraf olduğu Ramsar Sözleşmesi hatırlatılarak, Göller Yöresi ve ülkemizin diğer bölgelerinde sorunlarla boğuşan göllerimize çözüm bulanması gerektiğine dikkat çekildi.
Platform Sözcüsü Hediye Gündüz, “Bizler 2 Şubat Dünya Sulak Alanlar Günü’nde susuz göllerimizi geri istiyoruz ve ‘Göllerimiz Hayat Bulsun’ talebimizle tüm yetkilileri göreve davet ediyoruz” dedi
20 BİN KİŞİ RAFTİNG YAPIYOR
Dokuzdeğirmen bölgesinde yılda yaklaşık 20 bin kişinin rafting yaptığını söyleyen Şerif Ali Karanfil, “20 bin kişi rafting yapıyor ve bu Türkiye’de iyi denebilecek bir rafting merkezi. Belki bizi bir yer geçebiliyordur. Bizim amacımız Antalya bölgesindeki rafting merkezinin sayısını da geçmekti. Ama biz bu seviyeyle 20 bin kişi bulabilir miyiz? Bulamayacağımızdan korkuyoruz ve alternatifler peşine düşüyoruz. Gelecek olan turistleri nasıl eğlendirebiliriz, nasıl rafting yaptırabilirizin hesabındayız. Eğer iklim böyle giderse yağmur ve kar yağmazsa seviyenin düşüklüğü itibariyle raftingden alacağımız heyecanda da biraz bizim kafamıza soru işareti bırakan haller görünüyor gözümüze” diye konuştu.
KURAKLIK ETKİLİYOR
Düzce Üniversitesi Ziraat ve Doğa Bilimleri Fakültesi Biyosistem Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Selçuk Özmen ise İzmit, Sakarya ve Düzce’de kuraklığın şiddetli yaşandığını belirtti. Yrd. Doç. Dr. Özmen, İstanbul’un içme suyunun yüzde 67′sini karşılaması planlanan Melen Çayı’nın yüzde 80′ini il sınırları içerisinde bulunduran Düzce’de, son 40 yıllık ortalama yağış miktarının yaklaşık 810 milimetre olduğunu, 2013 yılındaki toplam yağış miktarının ise yaklaşık 650 milimetre olduğunu söyledi.
Tuz Gölü 15 sene sonra yok olacak
Tuz Gölü her geçen gün biraz daha ölüyor. Halen tuz üretimi yapılan gölün giderek kirlenmesinin ana nedeni yine insan. Konya’dan gelen sanayi ve kanalizasyon suları kirliliği iyice artırdı. Özellikle Cihanbeyli’nin Gölyazı beldesinde bulunan Tekel ve özel işletmelere ’a ait tuz tesisleri, bu kirliliğin bir başka yüzü. Bunun dışında Aksaray, Cihanbeyli, İncili, Beyşehir, Bozkır ve Şereflikoçhisar kanalizasyonları da kirlenmede önemli etken. Konya dahil tüm bu kanalizasyonların ve sanayi atıklarının 1992 verilerine göre, Tuz Gölü’ne verdikleri kirli atınlar şöyle: 1949 ton deterjan, 90 bin ton yağ ve gres, 1500 ton organik madde, 28 ton nitrat, 18 bin ton sülfat ve 276 kilo civa. Tüm İç Anadolu’da olduğu gibi bu bölgede de anız yangınlarını ve tuz üretimi sırasında kullanılan kazıyısı, tarayıcı ve taşıyıcı araçların göle verdiği zarara bir de yeraltı sularını çekilmesi eklenince, 1642 kilometrekare alan 1100 kilometrekareye düşüyor. Eriyen güzelliğimiz Tuz Gölü, bu gidişle 15 yıl sonra yok olacağa benziyor… Tıpkı, Kuzey Çin’de Uygur Bölgesinde yani, giderek yok olan karız yeraltı su kanalları ve deniz seviyesinden -154 metre aşağıda bulunan Yargöl’ün şimdilerde tamamen kuruduğu gibi, Tuz Gölü’nü de aynı son beklemekte. Ama biz insanlar hala geleceğimizle kumar oynuyoruz. Afrika’da, Güney Asya’da ve dünyanın başka bölgelerinde son yüz yıldır, uygarlık ve insan hakları adına “misyonerlik” çalışmaları sürdüren batılılar, şimdilerde açlık, yoksulluk, ölüm ve savaş oyunlarıyla tüm insanlığı ve doğayı tehlikeye soruyorlar. Kürersel kültür ablukasını yayma, sömürüyü sürdürme, yaşamı kolaylaştırma ve insan olma etiği adına yapılıyor tüm bunlar…
Geleceğimiz kuruyor
Türkiye’de 50 yılda ‘üç Van gölü’ büyüklüğünde sulak alan geri dönüşsüz biçimde kaybedildi.
Sadece kuşlar değil, insanlar da göç etmek zorunda kaldı. Yaşam ve medeniyet suyla başladı… Ve yalnız suyla devam edecek. Belki de hiç farketmeyecektik suyun önemini, sulak alanların canlılara nasıl hayat verdiğini… Ta ki dünya üzerindeki göller birbirinden habersiz tehlike sinyalleri verene kadar… 1970’li yıllarda, yağmur ormanlarındaki hızlı yok oluş bilim adamlarının gözlerini sulak alanlara çevirmesine neden oldu. Bu sayede sulak alanların en az yağmur ormanları kadar önemli doğal sistemler oldukları ortaya çıktı. Bunun üzerine sulak alanları korumaya yönelik bir dizi ulusal ve uluslararası önlem alındı. Bunların başında da “Su Kuşlarının Yaşam Alanları Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak alanların Korunması Sözleşmesi” ya da kısa adıyla Ramsar Sözleşmesi geliyor. Bugün dünyamızdaki tatlı su kaynaklarının büyük bölümü (buzullar ve yeraltı suları hariç) sulak alan tanımı içinde yer alıyor. Bu nedenle akarsular, göller, sazlıklar gibi tüm canlılar için yaşamsal öneme sahip alanları incelerken, her birinin aynı zamanda birer önemli su kaynağı olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Sulak alanları niçin korumalıyız?
Çünkü;
•Canlılara yaşam ortamı sağlarlar. Yeraltı suyu için rezerv oluştururlar. Taşkın kontrolünü sağlarlar. Göller, sazlıklar ve bataklıklar fazla yağmur sularını öncelikle tutar, gerektiği ölçüde yavaş yavaş bırakırlar. Yeryüzündeki sula klanlar yeraltı suyunu beslerler ve yeraltı suyunun seviyesini korurlar. Özellikle kıyı sulak alanları denizlerden gelen tuzlu suyun girişini engellerler. Böylece içme suyunun ve tarım için kullanılan suyun tuzlanmasını önlerler. Bulundukları bölgenin iklimini stabilize ederler. Tortu ve zehirli maddeleri tutarak kirleticilerin fazlasının sudan arıtılmasını sağlarlar, bir anlamda doğal bir arıtma tesisi görevi görürler. Örneğin, Bafra kanalizasyonunu Bafra’daki sazlıklar temizlerler. Bölge ve ülke ekonomisine katkı sağlayan balıkçılık, tarım, hayvancılık, saz üretimi ve rekreasyonel faaliyetlere olanak sağlarlar. Yeryüzünün en önemli genetik rezervuarları olarak bilimsel çalışmalar için açık hava laboratuarları oluştururlar. Su yolu taşımacılığına olanak verirler. Dünyadaki hayvancılık, tarım ve balıkçılığın büyük bölümü sulak alanlar çevresinde yapılıyor. Sulak alanlar dünya tarım alanlarının yalnızca %16’sını oluştururken, buna karşın dünya gıda üretiminin yaklaşık %40’ı sulak alanlardan geliyor.
Türkiye ve dünyadaki sulak alanlara yönelik tehditler:
Sulak alanlar bu değerlerinden ötürü, uygarlık tarihi süresince her zaman kalkınma-gelişme planlamalarında büyük önem taşıdılar. Ancak yine “uygarlık” yüzünden, endüstri, kent, tarım alanları açmak amacıyla kurutuldular, atıkların atılmasıyla kirletildiler, kaynaklarının aşırı kullanılmasıyla da tüketildiler.
Geçen 200 yıl boyunca, sadece ABD’de her saat başı ortalama 24 hektardan fazla sulak alan yitirildi1. Türkiye’de de son 40 yıl içinde 1.300.000 hektar sulak alanın çeşitli müdahalelerle doğal yapıları bozuldu ya da geri dönüşü olmayacak biçimde tahrip edildi, geriye ise sadece 1.000.000 hektar sulak alan kaldı. Yeryüzündeki sulak alanların ise %50’si yok oldu. Buna karşın son 25 yıl içinde dünyada su talebi %60 arttı.
Dünyadaki su krizleri
1. Dünyanın en kurak kıtası olan Avustralya’nın en önemli su kaynağı Murray-Darling Nehri yükselen tuz seviyesinin tehdidi altında
2. Dünyanın en fazla kullanılan su sistemi olan Zambezi Nehir yatağı sürekli sel ve şiddetli yağışlar yüzünden zarar görüyor.
3. Hindistan’daki kutsal Ganj Nehri aşırı nüfus yoğunluğu ve ekolojik dengesizlik nedeniyle kirlenmiş durumda
4. Çin’deki Sarı Nehir, sanayi ve tarım sektöründeki aşırı kullanım nedeniyle kurumak üzere. Ayrıca kirlilik mevcut
5. Nil Nehri, sulama ve enerji üretimi amaçlı aşırı kullanım nedeniyle giderek zayıflıyor
6. Dünyanın en fazla kullanılan su sistemi olan Zambezi Nehir yatağı sürekli sel ve şiddetli yağışlar yüzünden zarar görüyor
7. Ortadoğu’daki su kaynaklarının giderek kirlenmesi de bölgedeki gerginliği arttırıyor
8. Türkiye, Dicle ve Fırat üzerinde kurduğu barajlar nedeniyle Suriye ve Irak tarafından su kaynaklarını kurutmakla suçlanıyor
9. Batı Afrika’da, Nijer ve Volta nehirlerine bağlı bir yaşam süren nüfus bu iki nehirdeki seviyenin düşüşü ve kirlilik yüzünden tehdit altında
10. Avrupa’daki kentlerin yarısından fazlası, yeraltındaki su kaynaklarını ölçüsüz bir şekilde yağmalıyor.
İnsan olma etiği
Dengesiz ve plansız sanayileşmenin yanı sıra, doğayı mahveden enerji üretimi, egsoz ve öteki gazlar, filitresiz fabrika bacaları, sağlığı ve doğayı tehdit eden tüketim malları, sera etkisi yapan ürünler, yok edilen orman, tarım ve sulak alanlar başta olmak üzere; savaşlar, nükleer silah denemeleri, petrol ve doğal gaz üretimi ve bilinçsiz tüketimi gibi çözüm bekleyen pek çok sorun, artık tüm insanlığın ortak sorunu olarak gündemin başına oturdu.
Bir yandan da hakları, özgürlükleri ve sorumlulukları olan yurttaş ve yurtseverlik bilinciyle, insan olma etiği gereği iyi şeylerde yapılıyor ülkemizde. Pek çok ulusal ve uluslararası resmi kurum ve üniversitelerin test ederek onayladığı, Talat Mollaoğlu adlı bir Türk mucit tarafından yapılan “Eko 66” adlı cevre dostu cihaz; tüm araçlarda %25’e kadar varan yakıt tasarrufu yaptığı, egzoz gazını sıfıra indirdiği, tarım ve iş makineleri başta olmak üzere, tüm akaryakıtla çalışan araçlarda olumlu sonuçlar alındığı belgelenen bu cihazın, bir nebze de olsa; doğaya, çevremize ve ekonomimize katkıda bulunacağı inancıyla, devletin bu tip icat ve projeleri desteklemesinde yarar görüyoruz…
Bir zamanlar, televizyon ekranlarında radyasyonlu çay içerek, halkımızın yaşamını ve geleceğini önemsemeyen anlayış, şimdilerde de benzer özellikler gösteriyor. Ülkemizde ve tüm dünyada artan çevre sorunu karşısında, aşağıdaki bilimsel bulguları yalanlayan bazı yetkililer, kendi bünyesinde saptadığı şu verileri hala kamuoyundan saklamaktadır:
– Son yüzyılda atmosfer sıcaklığı 0,8 derece artmıştır. Önümüzdeki yüzyılda sıcaklığın 5,8 derece artacağı tahmin edilmektedir.
– 1990 yılında toplam sera gazı emisyonu yaklaşık 170 milyon ton iken, 2004 yılında 296 milyon tona çıktığı gözlendi.
– 2004 yılı itibariyle yutak alanlarımız olan ormanlar, tarım alanları ve sulak alanlar, sera gazı emisyonlarımızın %25’ini yutmaktadır.
– Bu bulgulara karşın, Dünyada ve Türkiye’de yoğun kuraklık yaşanacağı endişesi; geçen yıla oranla %8 yağış azlığı olacağı ve buna bağlı olarak, yeraltı su kaynaklarının daha aşağılara çekilmesinin sonucu, artezyen sistemi ile sulanan tarım alanlarında su kıtlığı görüleceği varsayılmaktadır.
– Dünyada sera gazı emisyon artış oranında birinci, sera gazı üreten ülkeler arasında 13. sırada bulunan Türkiye’de; hala “küresel ısınma” alarmı verilmemektedir.
– Öte yandan; savaş, göç, açlık, yoksulluk ve işsizlik gibi çözüm bekleyen sorunlarda da artış olduğu gözlenmektedir. Uluslar arası Çalışma Örgütü (ILO) verilerine göre, 2006 yılı sonundaki rakamlar oldukça ürkütücü. 1 milyar 370 milyon çalışan yoksul insanlara karşın, her yıl %6,3 artan oranda ve 2006’da 196 milyon işsiz olduğu açıklandı. Tüm bu sorunlar yumağı içinde, çözüm yolları için geç kalınmamalı… Uluslar arası kuruluşlar, devletler, yerel, özel ve kamu kurumları, sivil toplum örgütleri ve her bireyin mutlaka yapacağı şeyleri vardır. İşte, turizm sektörü de bu konuda yeni eylemlere kararlı görünüyor.
Uluslararası turizmin önümüzdeki 20 yıl içinde yaklaşık üç kat büyüyeceğini öngören turizm profesyonelleri, bu büyük endüstrinin çevre ve kültürel miras üzerindeki olumsuz etkilerini en aza indirmek ve turizmden elde edilecek faydayı maksimuma çıkarmak üzere, uluslararası bağlayıcılığı olan bazı ilkeler üzerinde çalışmaya başladılar. İlk kez, 1997 yılında Dünya Turizm Örgütü (WTO)’nün İstanbul’da yapılan Genel Kurul toplantısında, 10 maddelik Küresel Turizm Etiği İlkeleri belirlendi. İnsan, çevre ve turizm etiği; tıpkı basın etiği gibi, birlikte yaşama kültürünün olmazsa olmazlarındandır artık…
Türkiye, Dünya Su Başkenti
Yer altı su kanalları ve tarihi su yapıları, 26-27 Haziran 2008’de 5. Türkiye Su Forumu İzmir / Gümüldür Bölgesel Toplantısı’nda ele alındı. Ve son olarak da 19-26 Mart 2009’da İstanbul’da gerçekleşen 5. Dünya Su Forumu’nda ulusal, bölgesel ve uluslar arası su stratejisi tartışıldı. Anadolu’da, M.Ö. 2000-Hititler’den kalma Karakuyu Barajı, Boğazkale’de bir pınarın suyunu toplanması ve Urartular’ın mirası Şamram Kanalı tartışıldı. Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın araştırmalarına göre, M.Ö. 3000’de su kullanımını düzenleyen ve su yollarının bakımını yapan ilk devlettir Sümerler. Alacahöyük, Boğazköy ve Beyşehir’de tarihi su yollarının izleri var. Dünya kültür Mirası listesinde bulunan Hattuşaş ise, kaynak suların yeraltından taşınması sistemine ilginç örnektir. Sarıkale, Büyükkale, Karataş, Semayük’teki sarnıçlar ve ilk kanalizasyon Yazılıkaya’da ortaya çıkarıldı. “2810 yaşındaki Kraliçe” diye anılan 56 kilometrelik Şamran Kanalı’na, Urartu Kralı Menuan’ın eşi Şamaran (Semiramis) adını vermişti. M.Ö. 8. yüzyılda yapılan bu kanal, bugün de 2 bin hektar araziyi sulayan sistemin bir parçasıdır. Doğu Roma döneminde Girit Adası’ndaki Minoslar, temiz su ve atık su için basınçlı boruların kullanıldığı iki ayrı tesisat döşeyerek, dünyada ilk kez sifon çekenlerdir. İstanbul’a çok katlı kemerlerle Kemerburgaz’dan su getiren Romalılardı. Ayrıca Milet’te, Ankara-Çankırıkapı’da ve Efes’te uzaktan su getirme sistemiyle çalışan hamam kalıntıları bulunmaktadır. Bizans döneminde ise, Kağırhane Deresi’nin suları kemerlerle İstanbul’a akıtıldı. Y,ne bu dönemde yapılan Binbirdirek ve Yerebatan sarnıçlerını estetik yapılarıyla da etkileyicidir. Anadolu Selçuklu döneminde yağılan bentler ve su kanalları, sulu tarımı geliştirirken; taş köprüler, çeşmeler, sebil ve şadırvanlar inşa ettirilmiştir. Osmanlı döneminde de Turunçlu, Fatih, Şadırvan ve Mahmutpaşa Suyolları yapılmıştır. Mimar Sinan, Belgrat Ormanı’nda, Büyükçekmece, Silivri, Lüleburgaz ve Trakya’nın pek çok yerinde 33 kemerli köprü ve suyolları yaptı. Ayrıca Kırkçeşme, Halkalı, Taksim, Hamidiye ve Kayışdağı isale(iletim) sistemini de yaptrmıştır. Cumhuriyet döneminde ise, su uygarlığının beşiği olan Anadolu topraklarında, tarihi su mirası olan yapılar korunmuş ve pek çok uluslar arası su kongrelerine İstanbul ev sahipliği yapmıştır. DSİ başta olmak üzere, resmi ve sivil kuruluşların da katkılarıyla, Dünya Su Konseyi (WWC), su konularını kapsayan bir dizi etkinlik için Türkiye’de çalışmalar yapmaktadır. Çevre ve Ekolojik dengenin giderek tehlike sinyalleri verdiği bu günlerde, dilerim daha fazla kalınmaz… Tehlikenin farkında olan kişi ve kurumlar, yaşam kaynağımız su yok olmadan, çözümler üretirler…
Ne yapmalı?
Çevremizdeki kirli savaşlar, terör, cehalet, sömürü, açlık, yoksulluk, işsizlik, adaletsiz gelir dağılımı, küresel kültür kuşatması, özentili ve bilinçsiz tüketim; insani, etik ve ahlaki değerlerin zayıflaması gibi kirliliklere, bir de kendi ile barışık olmayan, sevgisiz, saygısız, bencil, çıkarcı, bananeci, faydacı, paylaşma ve dayanışmadan uzak niteliklerimizi eklersek; vay halimize… Doğal felaketler bizi bekliyor…
Doğa ve çevre bilinci; aile, arkadaş, komşu, iş, eğitim ve öğretimle ediniliyor. Her şey, iyi yurttaş olmakla başlıyor… “Ben ve öteki yerine, biz” diyen anlayışla sağlanır, insan olma etiği… Çevremize saçtığımız sevgi yüklü pozitif enerji; yalnızca insanları değil, çiçekleri, böcekleri, hayvanları ve taşları bile etkiler. İşte doğa, o zaman bizden intikam almaz… İnsanların neden olduğu; Afrika’dan Sibirya’ya dek tüm Anakara(kıta)larda ve ülkemizde, doğayı ve yaşamı tehdit eden çevre kirliliğinin, önü alınmaz boyutlarda arttığına tanık oldum. Fotoğraflarla bunları belgeledim. “Benim de yapacak bir şeyim olmalı!…” diyerek, tüm doğaseverlerle ortak savaşıma girmeyi görev edindim…
Değerli doğa dostları, “hakları, özgürlükleri ve sorumluluklarının bilincinde bir yurttaş” olarak, bir insan olarak, Anadolu’nun her köşesini arşınlamış ve dünyanın 66 haline tanıklık etmiş bir gezi yazarı olarak, insanın ve doğanın gizemli ve imge yüklü özellik ve güzelliklerinden esinlenen bir şair olarak, içsel bir yolculuğun aydınlığında uçuk ve aykırı nice farklı kültürlerle karşılaştım, Farkın farkındayım…
Latin Amerika ve Güney Asya’da tusunami ve hortumlara tanık oldum. Amazon bölgesinde ve Sibirya’da orman katliamlarını gördüm. Çin’de artan nüfus ve Rusya’da azalan nüfus stratejik bir sorun olarak toplumsal yaşamı tehdit ediyor. İç Asya’da Uygur-Turfan bölgesinde Taklamakan Çölü’nün 110 metre altında ve toplam uzunluğu 5100 kilometre olan, 2500 yıl önce Türkler tarafından yapılan Karız yer altı su kanallarının kurumaya başladığını ve bu gün ancak üçte birinin çalıştığını belgeledim. Yine aynı bölgede -154 metre koyunda bulunan Ay Gölü, tamamen kurumuş ve bir tuzlu çamur gölüne dönüşmüştür. Geçtiğimiz yıl Sibirya’da yaptığım 10 bin kilometrelik tren yolculunda; kuzey kutuptaki buzulların erimesi sonucu Obi, Yenisey, Lena ve Volga ırmaklarının akar kotunun yarım metreye kadar yükseldiğini ve debisinin yer yer 7 kilometreye kadar genişlediğini gördüm. Etiyopya, Eritre, Sudan, Uganda, Kenya, Nijerya, Mali ve Çat topraklarında yaşayan ilkel kabilelerin açlıktan ölmek üzere olan çocuklarına, ekmek ve su yerine incil dağıtan misyonerlere tanık oldum. Afrika’da yaşayan San Buşman, Dinnır, Tuareg ve Berberi kültürlerinin yok olmak üzere olduğunu gözlemledim. 12-15 yaşındaki çocuklara, boylarından büyük silah verip, terör eylemlerinde kullanıldıklarının acısını yaşadım. İnsanlığın ortak kültürel mirası olan tarihi ve doğal zenginliklerin nasıl yağmalandığının fotoğrafını çektim. Batı merkezli araştırmacıların, bilim adamlarının, gazetecilerin, politikacıların, silah tüccarlarının ve sömürücülerin; mazlum halkları ve tüm insanlığı nasıl kandırıp, dünyamızı nasıl yağmaladıklarını ve kana buladıklarını birlikte görüyoruz. Bölgemizde süren kirli savaşlar, bunun tanığı değil mi? Türkiye’nin aydınlık insanları, tehlikenin farkında mısınız?
Öyleyse, ne yapmalı?
Şimdi yaşamın her alanında, her sektör ve tüm işkollarında örgütlü bireylerin ve kurumların ortak girişimleriyle organize olmanın tam zamanı… Bedel ödemenin zamanı değil… 13 bin yıl önce Anadolu’da (Urfa/Göbeklitepe’de) atalarımızın su ile başlayan ilkel komünal yaşam tarzı, diyalektik bir evrim ve olgunlukla şekillendi. Bu evrim yolundaki yaşamsal-doğal iş bölümü insanlığın ilerlemesindeki medeniyet, ziraat, inanç, kentleşme ve su odaklı birlikte yaşama kültürü serüveni, bize esin kaynağı olmalı… Bu bağlamda; insan olma etiği, çağdaş yurttaş olma hakkı ve sorumluluğu, duyarlılığı ve bilinciyle; “Batı-kuzey merkezli yalanlara kapılmadan, özümüzü-geçmişimizi doğru öğrenerek, ders alarak; geleceğimiz için, benim de yapacak mutlaka bir görevim vardır!” diyerek; suyun stratejik önemi ve su kullanım kültürü ve sorumluluk bilinciyle; doğa, insanlık, vatan ve ulus bilinciyle, örgütlü yeni eylemler ve görevler bizi bekliyor… Hemen şimdi… Bir damla okyanusta soluklanmanın ve Su gizi aziz olmanın tam zamanı…
Çözüm: Yerin Altında, Anadolu Karızlarında
Bu araştırmanın girişinde yaptığım bazı rakamsal anımsama ile çözüm yollarında farklı ipuçları vermeyi sürdürelim. 13 milyar yıl önce güneş, 4,5 milyar yıl önce dünya ve 3 milyar yıl önce de su yoktu. Fakat 8 milyon yıldan bu yana insanoğlu su ile var olmuştur. İnsan bedeninin ve yer kürenin 4’te 3’ü sudur.
Pekiyi varlığımızın ana sigortası ve yaşam kaynağımız olan suyun kıymetini biliyor muyuz?
Son 100 yıldır insanlığın, üzerinde yaşadığı dünyaya pek de iyi davranmadığı ortada. Bunun sonucunda tüm zamanların en büyük felaketiyle karşı karşıyayız.
Küresel iklim değişikliği…
Bu gidişata bir dur demezsek; bilim insanları, önümüzdeki çeyrek yüzyılda dünyamızın başka bir gezegen haline dönüşeceğinden söz ediyor.
Böyle giderse kitlesel göçlerin ardından dünyamızın tekrar buzul çağına girmesi bekleniyor.
Bu sürecin sonundaysa insanlığın ve diğer canlıların yeryüzünden silinmesi söz konusudur.
İnsanoğlu, aşırı konfor, pervasız ve kontrolsüz tüketim alışkanlığına devam edip kaderine razı mı olacak?
Güneşe sırtını dönen dünyamız yavaş yavaş suya gömülmekte.. Çam oluklu bir pınardan sulanan yılkı atları özgür mavi bulutlar gibi sınırsız, sonsuz ve zamansız bir yolculuğa başlamakta.
Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bilindik yolculuğa.. Atalarımıza binlerce yıldır vatan olan Anadolu topraklarında bulunan dünyanın en eski su medeniyetiyle insanlık tarihi yeniden yazılıyor.
Atalarımızın suyla olan yolculuğu şairin dizelerinde şöyle anlam buluyor. “Su başında durmuşuz, çınar ve ben bir de gölgemiz. Suyun şavkı vurur yüzümüze, çınara, bana bir de gölgemize…”
Divan şairlerimizden Fuzuli o ünlü Su Kasidesi’nde, içinden su akan dünya kenti İstanbul’u imge yüklü dizelerle ne de güzel betimlemiş.
Ne ilginçtir ki su, yaşamın başlangıcında olduğu gibi sonunda da sihirli bir dokunuş yapar hayata. İnsanoğlu doğarken de ölürken de suyla yıkanır, suyla arınır.
Yaşam kaynağımız su mu, biz mi suyun gölgesi olmuşuz? Bilinmez.
At su içerken gölgesinden ürker mi? Atlar içeceği suyu neden bulandırır?
“Suyun bulanması iyiye alamet değil” der atalarımız.
Aksakal, bilge ermişler, yok eri gezgin dervişler “Su gibi aziz olun” demişler.
Arınmak, yaşama dokunmak ve güneşi içmek için suyu kutsal kılmışlar.
Atalarımız, Anadolu ve Asya’da binlerce yıl önce su başında konaklamışlar.
Atalarımız, suyun olduğu yerleri yurt tutmuşlar. Suyun olmadığı yerlere de çok uzaklardan su getirmişler. Oralarda toprağı işleyerek tarım yapmışlar.
Bununla kalmamış, modern ziraatçılığın yanı sıra, yerleşik yaşamın koşulları olan kent kültürünü de beraberinde oluşturmuşlardır. Yani birlikte yaşama kültürünün tohumlarını atmışlardır.
Daha batıda Atina, Isparta, Roma ve öteki kent devletleri yokken, 13 bin yıl önce Anadolu’da ve 6 bin yıl önce de Orta Asya’da, atalarımız toprağın onlarca metre altında ve onlarca kilometre uzunluğunda su tünelleri yapmışlar.
Keriz, kiriz, karız, kerhiz, kehriz, uyun, aflaj, ganat, galeri, tıraz, tünel ve başka isimlerle tanımlanan yeraltı su kanalları sistemini yaparak yaşadıkları bölgeye su, hayat getirmişlerdir.
Bir uygarlık köprüsü ve bir mühendislik harikası olan Karız Tarihi Su Yapıları, ileri sulu ziraatçılık ve yerleşik kent kültürünün de başlangıcıdır.
Hatta bu su kanallarının yapılış tekniğini, o günkü teknoloji ve ölçme bilgisi bakımından, bir mühendislik, matematik ve uygarlık harikası olarak adlandırmak, hiç de abartı sayılmaz.
Yaşam kaynağımız su gibi aziz olmanın tam zamanı. Dünyada yalnızca Anadolu topraklarında var olan endemik flora ve fauna zenginliğinin farkında mıyız?
Çağlayan dereler, şelaleler ve bin bir çeşit bitkilerin ve canlıların yaşam kaynağı olan göller can mı çekişiyor? Süt beyazı kardelenlerin baş kaldırışına tanıklık eden bir avuç al kiraz, soğuk sularda suyla sevişmekte.
Yılın her temmuz ayında yumurta bırakmak için, ırmağın kaynağına doğru yani ters akıntı inat yolcuk eden balıkların derdi ne?
Dünyanın en sessiz kurbağası Rana Holtzi, buğday sapını yurt edinen salyangoz, sevdalı ve asil süzülüşüyle dikkat çeken siyah ve beyaz kuğunun dansı. Yaz sıcağında serinlemek için gölden çıkmayan ineklerin beklentisi.
Yılkı atların özgülüğe yürüyüşü, mavi ve yeşil bakan kediler, söz dinleyen koyun sürüsü, yabancılara saldıran kangal köpekleri.
Hepsi, ama hepsinin ortak paydasının su olduğu şüphe götürmemektedir.
Anadolu topraklarında, Konya Ovası başta olmak üzere, Tuz Gölü ve Meke Gölü gibi kuruyan volkanik göllerin, ırmakların ve çekilen yeraltı sularının sebebi yalnızca iklim değişikliği değil. Bu konuda somut göstergelerse ortada…
Su mühendislerinin ve tarım uzmanlarının da vurguladığı gibi, ekolojik konulardaki bir çok olumsuz olayın başlangıcı, geliştiricisi ya da sonlandırıcısı ne yazık ki insandır.
Son 10 yılda yalnızca Konya Bölgesinde açılan yeraltı su kuyularının ve sondajların sayısı 100 bini geçmiştir. Bunların 77 bininse ruhsatsız ve yasadışı olduğu belgelenmiştir. Bu acı tablonun fotoğrafıysa obruklardır.
Obruk gerçeğine, belgeselimizin Konya bölümünde daha detaylı yer verilecektir.
Uzmanlar mısır ve pancar gibi çok su tüketen tarımsal bitkilerin yerine hububat türü az su tüketen bitkilerin ekilmesinin bir çözüm yolu olduğunu vurguluyor.
Topraklarımıza uygun milli tarım politikasına dönülmesinin gerekliliğini dile getiriyorlar.
Sebil ve hayrat olan meydan ve cami çeşmelerinden su içen ve abdest alan Anadolu insanı, inancı ve yaşam kaynağı olan suyla hep barışık olmuştur.
Anadolu su medeniyetinin izleri, tarihin her döneminden günümüze farklı biçimde birer sanat eseri olarak karşımıza çıkıyor.
Bergama’da sular altında kalan Aliano Antik Kenti’nden arda kalan tek eser olan Su Perisi Nimfe bunun özgün kanıtlarından yalnızca biri.
Yine Bergama’daki tarihi Şifa Hastanesi’nde su sesi ile tedavi olan akıl hastalarının dingin yaşam ortamı, bugün de tüm ihtişamıyla ayakta duruyor.
Anadolu su medeniyeti denince elbette yalnızca tarihi su yapılarından söz etmek doğru olmaz.
Üzerinde pek çok haklı tartışmalar sürdürülen modern su yapılarından bentleri ve kısaca HES adı verilen Hidroelektrik Santralleri yani barajları da anımsamak doğru olur. Anadolu’da baraj, kanal ve su tünelleri gibi pek çok modern su yapısı bulunmaktadır.
Ayrıca Göksu Irmağı’nı Kıbrıs Adası’na taşıyacak olan Barış Suyu Projesi‘nin yanı sıra; Konya Bölgesi’nde yapılmakta olan Mavi Tünel ve Ermene Barajı gibi örneklerde, ülkemizin enerji ve su gereksinimini kanıtlar nitelikte.
Bilinçsiz üreticinin toprağı ıslah etme adına sürdürdüğü anız yangınları, toprak ananın ızdırabıdır. Toprağın suyla buluşmasını önleyen ve doğal dengeyi bozan etkenlerden biri de anız yangınlarıdır.
Bilinçsiz ve bireyci tüketim alışkanlıkları, aşırı konfor tutkunluğu hırslı ve lüks tüketimin göstergesi olan gökdelenler, aşırı nüfus artışı, kirlenen doğa ve yok olan su kaynakları, erozyon, iklim değişikliği gibi doğal felaketler. Bunların hepsi su kullanım bilincinin giderek yok olduğunun da göstergesi değil mi?
Yaşam kaynağımız su, yaşamımızı tehdit ediyor. Stratejik önemi olan su, geleceğimizi tehdit ediyor. Giderek tükenen ve kirlenen su kaynakları, tam da yok olmadan suyla ilgili sorunlar yumağında bir çözüm, bir yol bulmalıyız.
Çözüm: Yerin altında. Çözüm; Anadolu Karızlarında… (*)
Peki karız nedir?
Karız, yeraltındaki iş ve suyolu, kar izi demektir. Karız su kanalları nasıl yapıldı? Karızcı atalarımız dağlardan süzülen yağmur ve kar sularını karız kanalları aracılığıyla, yaşam alanlarına getirmişler.
Yeraltında suyun kendi cazibesinde %1 ile binde 6 akar kod eğim hesabı yapmışlar. Dünyada ilk kez hayvan bağırsağının içine su doldurarak sumetre yapmışlar. Yerüstündeki kuyu başlarında yaptıkları jalonlama yöntemiyle aliyman denen doğrultu bulma yöntemini yerin altına taşımışlar.
Karız kandillerinin ışık gölgesiyle yerin altında, ıskalamadan aynı doğrultuda kanal açmışlar. Bu kanaldan suyun akışına yön verip onlarca kilometre uzaktaki tarım ve yaşam alanlarına su getirmişlerdir.
Karız kanalları, bir karız ustasının yani kenkanın girebileceği ve çalışabileceği genişliktedir. En derin ve düşey kazılan başkuyu aracılığıyla, yeraltındaki geçirgen tabakada bulunan minerali zengin, soğuk ve tatlı suyun kaynağını bulmuşlar. Ara mesafesi 20 ila 200 metre arasında bulunan öteki düşey kuyuları yeraltından birleştiren kanal, 40 ila 80 cm genişliğinde ve yaklaşık 160cm yüksekliğindedir.
Bu kanalların boyuysa 5 kilometre ila 60 kilometre uzunluğundadır. Suyu yaşam alanlarına taşıyan yeraltı su kanalları sistemine karız ya da kerhiz denir.
Orta Asyalı atalarımız tarafından 6000 yıl önce yapılmış olan, çölün 120 metre altında ve toplam 5100 km uzunluğundaki Uygur karızları üzerine yaptığımız araştırma, bu belgesel çalışmamıza ışık tuttu.
Karızcı atalarımızın yaptığı su kullanım Nizamnamesi, sebil çeşmeler, taksim, su metre, su saati, su terazisi ve su kemerleri birer sanat harikası olarak ayakta duruyor.
Su terazileri, su kemerleri ve karız bacaları içindeki üç kademeli, tipik ölçekli ve özel trigonometrik hesaplı, yandan bacalı ve taş örgülü tarihi su yapıları örneği, 66 ülkede belgelediğimiz karız kanallarından yalnızca, Anadolu Su Medeniyeti örneğinde görülmektedir.
Hani baraj yaparsınız, ömrü 100 sene dersiniz. Ama o karızların ömürleri, asırlarca devam etmekte ve de fazla süre bakım istememekte, ekonomik yönleri de çok olan bir mühendislik harikası. Kurak Bölgelerdeki en önemli çözüm bu karızlardır. Sulak bölgelerde de bunları yapmak lazım. Yeraltı suyunun çok ekonomik bir şekilde kullanım alanlarına iletilebilmesi için.
Eski insanlar o karızlardan suları getirdikleri zaman, amaçları halka hizmet etmekti. En iyi bir şekilde. Kıştan, yazdan hiçbir şekilde etkilenmez yeraltı suları ve onları da en iyi şekilde iletimi bu karızlar vasıtasıyla olur.
Tarihi eser olarak değeri çok fazla bu karızların. Maalesef ve maalesef yeraltı sularına hiç önem verilmiyor.
Bunların su tedariki için kullanıldığının kanıtlanması buradaki yaşamı ve ekonomiyi anlatması bakımından çok büyük önem arz ediyor.
Sonuçta merak edilen şey, buranın sadece mabet alanı olarak mı, yoksa gerçek bir yerleşim yeri olarak mı kullanıldığı? Yani burada bir yerleşim yeri var mı acaba?
Bu su biriktirme sistemlerinin olup olmaması bizim 15 yıldır yürüttüğümüz ve daha uzun yıllar devam edecek olan çalışmalarımızın temel amacı aslında.
Taş devrinden kalan Urfa Göbeklitepe’deki kazılarımızda, batı platosunun batı kısmında tabloyu biraz değiştirmemize neden olan çok ilginç bir yere rastladık. Belki gerçekten de bir su rezervi vardır buralarda.
Burada çok sayıda bu kaya kuyularından bulduk. Eğer çünkü gerçekten Taş Devri’nden kalma Göbeklitepe’ye aitse, bu kaya tesisatları, 13 bin yıl öncesine aitlerdir ve doğal olarak tahrip olmuşlardır.
Kesin olan şu ki, batı yakasında bu kaya kuyuları var ve bunların bir sarnıca ait olduğu da yüksek bir olasılık ve eğer öyleyse de, dünyanın en eski sarnıçları olarak kabul edilebilirler. Tabi biriktirme hacim kapasiteleri çok çok düşük, yani çok sayıda insanın olmadığı muhtemel burada.
Urfa’nın bütün evlerinde bu kuyular mevcuttur. Bunun haricinde bir kerhiz suyu olarak gelen su ilk önce Karakoyun deresinden geçerken su yapıları var. Üst su yapısından geçer. Oradan Ayaklı hamama su gider. Serçe Hamamı’na gider. Ve diğer evlere bu şekilde dağılır.
Göbeklitepe’deki sus sistemini çözebilmek için yaptığımız kazılarda, batı tarafında küçük su kuyularını gördüğümüz yerde, iki tane bu küçük kuyulardan farklı olan yapılara rastladık.
Kayalardan oluşan odalara benziyorlar aslında ve 2,5X3-4 metre büyüklüğündeler. Bunlar sarnıç olarak kullanılmış iseler, tabi çok farklı bir biriktirme hacmine sahiplerdir. Yan tarafta biraz daha küçük ama çok benzer bir alan mevcut. Ayrıca Roma döneminden kalan şu sarnıç da mevcut.
Tipik bir koni biçimindedir, altı metre derinliği vardır. Ve çok net biçimde görülen su bağlantı kanalı da mevcuttur. Bu sarnıç burada çalışan insanların su ihtiyacını gidermeye yönelikti muhtemelen.
Nasıl bir yapıydı bu? Muhtemelen bir gözetleme kulesiydi. Part topraklarını Roma topraklarından ayıran Fırat’ın bir koluydu şurası.
Ve kule de muhtemelen bu civarda, yani Urfa ve Edesa gözetleme sistemine hizmet etmekteydi.
İlk kez karız gerçeğini Türkiye gündemine sokarak üniversitelerde, ulusal ve uluslararası su forumlarında ve hidrojeoloji konferanslarında, Anadolu su Medeniyetini anlatmaya devam ediyoruz. Suyun stratejik önemini ve su kullanım bilincini vurguluyoruz. Gittiğimiz 66 ülkede ve Anadolu’nun 66 ilindeki su medeniyeti araştırmalarımız sürüyor. Böylece suya ve sabuna dokunarak, dünyanın ve Anadolu’nun 66 haline tanıklık ediyoruz. Birlikte yaşama kültürünü, insanlığın ortak kültürel zengin mirası, bir uygarlık köprüsü ve mühendislik harikası olan tarihi su yapılarını keşfediyoruz, belgeliyoruz. Yeniden.
Van’dan Edirne’ye ve Samsun’dan Kuzey Kıbrıs’a uzanan Anadolu Su Medeniyetini belgeleme çalışmalarımız sürüyor. Suyun izinde yeni ve farklı su medeniyetleri keşfimiz devam ediyor…
SONUÇ:
Tüm bu araştırma, belgeleme ve sorunlara çözüm aramadaki ipuçları bizi karızlara, çözümün yeraltında olduğuna götürüyor. Su kullanım bilinci ve suyun stratejik önemi, su gibi aziz olmanın ya da yaşam kaynağımız suyun; tüm farklılıklara karşın, birlikte yaşama kültürünün ortak paydasının su medeniyeti olduğu vurgusu, ekolojik denge ve çevre bilincinin önemini bir kez daha anımsamamızın altını çiziyor.
Temiz bir doğada yaşamı yaşamak için, yaşama dokunmak, yaşanası yarınlarda özgürlüğü kana kana içmek için, “SUYUN GÖKÇE GÖZÜ”yle bakmak sevgiliye ve mutluluk türküsünü söylerken, özgürce soluklanıp şırıldayan sevgiyi sebil eylemek için, varsıl günlerde barış ağacının bereketli meyvesini paylaşmak için… Sen de doğa savaşımına katıl!.. Yarın geç olabilir… Hemen şimdi…
Haydi, tüm sevdiklerimiz ve yaşanası bir çevre için, yarınlar için; “suyun ışıldayan gökçe gözü”nü öpelim!
Yaşam çeşmelerinden akan bereketli sular gibi; Su gibi aziz olalım… Sevgimizi sebil eyleyelim… Dostlukla…
KUTSAL SUYUN AZİZLİĞİ
Zemzem, Ayazma, Vaftis ve Taşlık suyu kültürü, suyun inançları da etkilediğini ve suya kutsal bir özellik verdiğini biliyoruz. Öte yandan; H2O ya da yaşam kaynağımız SU; şiirlere, masallara, destanlara, mitolojilere, efsanelere ve pek çok sevda öykülerine esin kaynağı olmuştur. Nazım Hikmet’in diyalektik dönüşümü anlatan “Masallar Masalı” ve “Yaşama Dair” adlı “Su” temalı şiiriyle sizi selamlıyorum:
“Su başında durmuşuz
Güneş, çınar ve ben
Bir de gölgemiz,
Suyun şavkı vuruyor bize
Güneşe, çınara, bana
Bir de gölgemize,
Önce güneş gidecek
Ardından çınar ve ben
Suda kaybolacak suretimiz
Güneşin, çınarın ve benim
Bir de gölgemizin…”
“Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
bos bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim...”
Nazım Hikmet -1948 -------------------------------------------------------------------
KAYNAKÇA:
(a) Uygur Karızlarına Yolculuk /Turfan Karız Cenneti, Dursun Özden, Kaynak Yay. Mayıs 2005
(b) Anadolu Karızları, Dursun Özden, Belgesel film. 2009
(c) Anadolu Su Medeniyeti, Dursun Özden, Belgesel Film. 2010
(d) Kutsal Su Zemzem, Dursun Özden, Belgesel film. 2011
(e) Mekke Su Yolları, Dursun Özden, Belgesel film. 2013
(f) Çözüm Yerin Altında, Dursun Özden, UNESCO-IHP Dünya Su Forumu-Çin, İran, Umman, Türkiye.
(g) Alternatif Su Forumu, Dursun Özden, Sudan / Hartum
(h) Su Gibi Aziz Olmak, Dursun Özden, www.dursunozden.com.tr
(j) Uygarlık Köprüsü Karız, Dursun Özden, Bilim ve Ütopya Dergisi, Eylül 2004
(k) Orta Asya Uygarlığı, Doğu Perinçek, Kaynak Yayınları, Nisan 2005
(l) Yeraltı Suyu-Hidroloji, Prof. Dr. Zekai Şen, Su Vakfı Yayınları, Ocak 2003
(m) Uygur Karızları, Dr. Gafur Nurettin Tolmbök, Urumçi, Ağustos 2008
(n) Anadolu Küçük Asya, Beyhan Erel, Belgesel Araştırma, Haziran 2003
[1] Claude Julien, “Amerikan İmparatorluğu”, sf.279.
[2] National Geographic, Türkiye Eylül 2002 Eki.
[3] National Geographic, Türkiye Eylül 2002 Eki.
[4] Cumhuriyet, 25 Mart 2004.
[5] Yeni Bir Hidrostrateji, Harp Ak. Yay., sf.41.
[6] Mehmet GÖLHAN, Devlet Bakanı, Ankara Su Konferansı Ayna, s.2, sf.64.
[7] 10 Ocak 1996, Türkiye Gazetesi.
[8] “Sivil Örümceğin Ağında”, Mustafa Yıldırım, sf.198.