Atatürk: “Ben bu yoldan 8 yıl önce de geçtim”

“Ben Bu Yoldan, 8 Yıl Önce de Geçtim…”

1 Temmuz 1927 – Atatürk Yeniden İstanbul’da…

31 Mayıs 1926 tarihinde Bursa’da İstanbul Şehri temsilcilerini kabul ettiği gün, kendilerini ısrarla İstanbul’a davet eden heyet üyelerine şöyle diyordu:

“İstanbulluların doğrudan doğruya içinde bulunmak, onları bizzat selamlamakla bahtiyar olacağım günün uzak olmadığını söyleyebilirim…”

İşte, ATATÜRK bunları söyledikten 395 gün sonra; 1 Temmuz 1927 Cuma günü muhteşem bir tören ve karşılama ile kurtuluş savaşı başlangıcından sekiz yıl sonra, ilk kez İstanbul’a geliyordu.

O gün, İstanbul’da yer yerinden oynamış, tüm İstanbullular yollara dökülmüş, Büyük Kurtarıcısını bağırlarına basıyordu. İstanbul’un bütün sokak ve caddeleri halkın sevinci ve neşesi ile bir cennet haline gelmişti. Resmi binalar, evler apartmanlar, defne dalları ve ATATÜRK ‘ün resimleri ile donatılmıştı. Halkın kendi elleriyle yaptığı taklar çiçek ve rengârenk lambalarla süslenmişti, kente bir başka hava, bir başka renk vermişti. Üniversite binası baştanbaşa bayraklarla donatılmış, binanın dış cephesine ATATÜRK ‘ün büyük bir boy resmi asılmış, altına şunlar yazılmış:

“Üniversite feyz aldığı deha ve irfan güneşini, reisini tazimle selamlar”

Belediye’nin takı’nın üzerinde de şöyle yazıyordu:

“Kurtardığın ve mesut ettiğin milletinin başında çok yaşa büyük Gazi”

Kızkulesi’neise üç cepheli tak kurulmuştu. Ön cephesinde elektrikle “Safa geldin büyük Gazi” yazılmıştı…

Halk ATATÜRK ‘e yapılacak karşılama törenini izleyebilmek için sadece sokak ve caddeleri değil denizi de doldurmuştu. Denizyollarının 13 küçük, 8 büyük vapuru özel bir şirketin (Şirketi Hayriye) 12, Haliç Şirketinin 7 vapuru sabahleyin saat 10.50’de Galata Rıhtımından hareket ederek Marmara Denizi’ne açılmıştı…

Ayrıca tamamen dolu 20’den çok özel şirket vapurları da Adalar’a doğru yol almıştı. Diğer özel motorları, sandalları, kayıkları ve benzerlerini saymak mümkün değildi. Marmara Denizi vapurlar, motorlar, sandallar tarafından adeta istila edilmişti.

İşte 1 Temmuz 1927 Cuma Sabahı İstanbul’un görünümü böyleydi:

16 Mayıs 1919 Günü vatanı kurtarmak için, Kaptan İsmail Hakkı (DURUSU) idaresindeki köhne Bandırma Vapuru ile Samsun’a çıkmak üzere İstanbul’dan ayrılan Mustafa Kemal, bağımsızlığına kavuşturduğu ülke halkının başkanı olarak bu güzel kentte, böylesine görkemli bir karşılama ile geleceğini biliyordu.

Biliyordu,

Çünkü Türk halkına inanıyor, O‘nun kahraman Mehmetçiğine güveniyordu. O‘nun hayal ettikleri değil, düşündüğü ve istediği her şey bir bir gerçekleşmişti. Sadece İstanbul’dan değil, Misak-ı Milli sınırları içinden “Geldikleri gibi” gitmişlerdi. Hem de ne gidiş, yanlarına saltanat artıklarını da alarak.

Burgaz Vapuru karşılama kuruluna ayrılmıştı. Vapur, kurul üyelerinden oluşan 800 kişi ile köprüden ayrılıp Marmara Denizi’ne açıldığı zaman saatler 11.00’i gösteriyordu. Burgaz Vapuru saat 12.00’de Büyükada İskelesine yanaştı. Burgaz’ı diğer vapurlar izledi, onlar da ada etrafında demir attılar. Burgaz Vapurundan adaya çıkanlar, ATATÜRK ‘ü getirecek olan Ertuğrul Yatı’nı beklemeye ve ufuktan gözükmesini izlemeye başladılar…

Saat 12.50’de İzmit’ten ayrılan ATATÜRK, 15.50’de Ertuğrul Yatı’na yanaşma talimatını verdi. Burgaz Vapuru Ertuğrul Yatı’na yaklaşırken, Hamidiye kruvazörü ile Berk-i Satvet, Peyk-i Şevket zırhlıları ile Taşoz, Samsun, Yarhisar torpidosundan kurulu filo da gözüktü…

Bu arada Burgaz Vapuru, Ertuğrul Yatı’na yanaşırken ATATÜRK ‘de güverteye çıkmış, kendilerini çılgınca alkışlayan, vapurlardaki, motorlardaki ve Burgaz Vapurundaki kurul üyelerini, beyaz mendilini sallayarak karşılık veriyordu…

Burgaz Vapurunun hemen yanında seyreden Maltepe Vapurunda Galatasaray Lisesi öğrencileri ve diğer öğrenciler kulakları yırtan bir gösteride bulunuyorlardı. Burgaz Vapuru, Ertuğrul Yatı’nı bir süre izledikten sonra verilen bir emirle tekrar ada önlerine döndü. Ertuğrul Yatı ise daha sonra yetişen başta Hamidiye Kruvazörü olmak üzere diğer kruvazörlerin eşliğinde Heybeliada açıklarına doğru ilerliyordu. Ertuğrul Yatı’nın hemen arkasında, Deniz Komutanı Miralay Mehmet Ali Bey ve diğer kurmay heyetini taşıyan Ankara motoru geliyordu…

Heybeliada açıklarına gelindiği zaman bütün vapurlar düdükleriyle büyük misafirlerini selamlamaya başladılar. Bütün vapurlar bayraklarını bir indirip bir tekrar göndere çekiyorlardı. Bu ara törene Demirkapı açıklarında bulunan Gülcemal, Gülnihal, Karadeniz ve bazı yabancı bayraklı gemiler de katıldılar.

Manzara anlatılır gibi değildi…

İstanbul, İstanbul olalı öyle bir coşkuyu yaşamamıştı, şimdi bunun zevkini çıkarıyor, Büyük Kurtarıcısını; büyük ve tanımsız bir sevgi ile karşılıyor, bağrına basıyordu. Tüm İstanbul halkı sanki sahile ve denize dökülmüştü.

Ertuğrul Yatı Kadıköy ve Moda yönüne doğru ilerlerken, yatın etrafını 50 – 60 kadar vapur sarmıştı. Ada sahilleri insandan, başı ve sonu görülmeyen bir duvarla örülmüştü sanki. Bu duvardan rengârenk mendiller, bayraklar sallanıyor, “Yaşa Gazi, Yaşa Büyük Halaskâr” sesleri Marmara’dan, Anadolu’nun en ücra köşesinden bile duyabilecek şekilde gökyüzüne yükseliyordu. Belki de tarih şimdiye kadar böyle bir karşılama kaydetmemişti…

Halk sevincinden gözyaşlarını tutamıyordu. Büyük Önder, Kurtarıcı bu görkemli manzarayı güverteden ama güler yüzle gururla seyrediyor, mendili ile sevgi gösterilerine karşılık veriyordu.

Moda açıklarında Fenerbahçe Kulübü’nün gençleri ATATÜRK ‘e benzersiz güzellikle bir gösteride bulundular. Ertuğrul Yatı daha sonra Kadıköy ve Haydarpaşa sahillerinden dolaşarak Ahırkapı yönünü izleyerek Sarayburnu’ndan ayrılan yat kendisini takip eden 60-70 kadar vapuru geride bırakarak Üsküdar yolu ile Çengelköy’e geldi. Halk evlerden balkonlardan sarkıyordu.

“Yaşa Var Ol, Hoş Geldin Büyük Gazi” feryatları göğe yükseliyor, genç erkek, kadın, yaşlı, çocuk, herkes ama herkes ATATÜRK ‘ü bir kez görebilmek için can atıyordu…

Üsküdar önlerindeki bir tak’a renklendirilmiş ampullerle İstiklal Madalyası simgesi yapılmıştı. ATATÜRK, bu manzaradan çok duygulandı ve:

-…”Pek güzel” diyerek takdirini bildirdi.

“Görselde Ertuğrul Yatı’nı görmekteyiz. 1 Temmuz 1927 günü İzmit’ten İstanbul’a ATATÜRK ‘ü getirecek olan bu yata bindiklerinde, ATATÜRK, Bandırma Vapurunu hatırlamışlar ve nerede olduğunu merak etmişler, çok geçmeden de yanındakilere:

-…”Bandırma nerede?” diyerek sormuştur.

Sorduğu kişiler şu yanıtı vermişti:

—“Tersanede, tamirde Paşam!” Hâlbuki Bandırma Vapuru 1924 yılında hizmet dışı bırakılmış, sonrada sökülmek üzere satılmıştır.”

İstanbul’un En Mesut Günü

1927 yılı… Temmuzun birinci Cuma günü! Mustafa Kemal Paşa Ankara’dan trenle İzmit’e gelmiş, oradan da Ertuğrul yatı ile denize açılmıştı.

Nihayet İstanbul’a geliyordu.

Hamidiye, Berkisavfet, Peykişevket, Taşoz, Basra, Samsun gemilerinden kurulu bir filo yatı takip ediyordu.

İstanbul’da ise şehrin yarısı sokaklara dökülmüştü. Sahillere koşmuştu. Seyrisefai’nin hemen bütün vapurları, Gazi’yi karşılamak için sabırsızlanan halka ayrılmıştı. O gün sabah 11’den akşam beşe kadar şehrin iki yakası arasında hiç bir vapur işlemiyordu. Zaten o gün İstanbul’un tek bir işi vardı: 

Atatürk’ü karşılamak, görebilmek…

Şehir baştan başa donatılmıştı. Elektrik kumpanyası bu maksatla birkaç gün içinde muhtelif yerlere 40 binden fazla elektrik lambası daha takıveriyordu.

İstanbul şehri, dokuz ay evvel Sarayburnu’na diktiği Ata’nın büyük heykeli gerisine de bir zafer takı yerleştirmişti. İlk o olmuştu, Ata’nın heykelini böyle diken. Çektiği hasretin bir neticesiydi belki bu heykel!

Belki de Atatürk, hüzün ve yeis içinde, vatan uçurumun kenarında iken terk ettiği İstanbul’a, büyük inkılapları yaptıktan, yani devletin temellerini sağlamlaştırdıktan sonra gelmek istemişti. Medeni kanunun… Batıl itikatların terki… Kadına hürriyet… Şapka… 

TEZAHÜRAT

Ertuğrul yatı, adalar önünden geçerken ‘yaşa’ sesleri ortalığı sarıvermişti, ‘Sanki adalar bu yana yatıvermişti’ diyordu bir gazeteci. Oradan Fenerbahçe burnuna geliniyordu. Sandal, motor bulan dolmuş, Ertuğrul yatına doğru açılmıştı.

Gaziyi getiren yat limanda görülür görülmez bütün gemiler düdüklerini öttürmeye başlıyordu. Halkla dolu vapurlar, Ertuğrul’a bakan yana iyice yatıyordu. Mendiller sallanıyor, bir uğultu içinde ‘yaşa’ sesleri seçiliyordu.

Ertuğrul, Sarayburnu önünden geçerek Üskudar’a dönmüş, sahili takip ederek Çengelköy’e gitmiş ve Rumeli sahilinden de Dolmabahçe’ye gelmişti. Selimiye’den toplar atılırken de büyük kurtarıcı sahile inmişti.

Sarayın muayede salonunda da halk temsilcilerini, heyetleri kabul ediyor ve İstanbul’a tekrar döndüğü o anda (1 Temmuz 1927’de), İstanbul Halkına Hitabesinde; hissiyatını şu cümlelerde topluyordu:

“İSTANBUL halkını, İstanbul’daki cemiyetleri ve muhtelif teşekkülleri heyeti aliyenizde selamlamakla bahtiyarım. Aziz vatandaşlarımın bana karşı olan teveccüh ve muhabbetlerinin bugünkü parlak tezahüratından çok mütehassis oldum. Samimi kalbimden teşekkür ederim.”

“İstanbul’dan çıktığım günden bu güne kadar sekiz sene geçti. Hicran ve tahassürle geçen dakikaların bile ne kadar uzun geldiği düşünülürse sekiz senelik hasretin, İstanbul’un muhterem ahalisi için ruhumda ateşlediği iştiyâkin büyüklüğü kolaylıkla takdir olunur.”

“İki büyük cihanın mültakasında Türk vatanının ziyneti, Türk tarihinin serveti, Türk milletinin göz bebeği İstanbul, bütün vatandaşların kabinde yeri olan bir şehirdir. Bu şehir meş’um hadiselerle muzdarip bulunduğu zamanlar, bütün vatandaşların kalplerinde kanayan yaralar açılmıştı. Kalbi yaralı olanlardan biri de bendim. Bugün görüyoruz ki, geçirdiğimiz karanlık gecelerin meşiminden kalplerimizi mesâr ile dolduran nurlu seherler doğdu.”

SEKİZ SENE EVVEL SIZLAYAN KALBİM, ŞİMDİ MÜSTERİH…”

“SEKİZ sene evvel muztarip ve ağlayan İstanbul’dan kalbim sızlayarak çıktım, teşyi edenim yoktu. Sekiz sene sonra kalbim müsterih olarak, gülen ve daha güzelleşen İstanbul’a geldim. Bütün İstanbulluların ruhuma heyecan veren sıcak ve muhabbetkâr aguşiyle karşılandım. Sekiz sene, heyeti içtimaiyemizin yeni dahil olduğu devrin tarihi, ihtiva ettiği ihtilalle, inkılâplarla ve neticeleriyle az meşbu değildir. Sekiz senede milletimizin siyasi, sosyal ve medeni inkişaf yolunda gösterdiği kabiliyet ve liyakat derecesi yüksektir. Bu dereceyi hergün daha ziyade yükseltmek için çok dikkatle ve azimle çalışacağız. Vatanın imarı, milletin refahı, daha çok gayret ve mesai talep etmektedir. Hissiyatı ve vicdani telâkkiyatı ilim ve fenle tenmiye ve terbiye ederek heyeti içtimaîyemizin hakiki huzur ve saadetine çalışmak ulvi bir noktaî nazardır.”

“Bu noktai nazarı size, aziz İstanbul halkına, sekiz sene evveline kadar içinde yedi evliya kuvvetinde bir heyüla tasavvur ettirilmek istenilen bir sarayın içinde söylüyorum. Yalnız artık bu saray, zilullahların değil, zil olmayan, hakikat olan milletin sarayıdır. Ve ben burada milletin bir ferdi, bir misafiri olarak bulunmakla bahtiyarım…”

Bazı Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk

Mustafa Kemal Atatürk’ün ataları; 13. yy’da, Balkanların Osmanlı tarafından alınmasından sonra, O bölgelerde Türk ve İslam Kültürünü yaymak için, değişik iskan politikaları izlendi. Anadolu’nun değişik bölgelerinden aileler alınıp, bu coğrafyalara yerleştirildi. Atatürk’ün babası; Abdal Musa ve Karacaoğlan gelenekinden, Kızıl Hafız Ahmet Efendi ailesinden, 1893’de vefat eden Ali Rıza Bey’inailesi, Antalya Serik yöresi Bektaşi Türkmen Yörüklerinden olup; Manastır’da Sarıgöl’e yerleştirilmiştir. Türkçenin ödünsüz savunucusu Nure Sofi ve Karamanoğlu Mehmet Bey sülalesinden olan Sunni-Hanefi Meshebinden, Sofizade Feyzullah Efendi ailesinden olan Annesi Zübeyda Hanım ise; Orta Anadolu’dan, Karaman yöresinden getirilip, Makedonya’ya, Lankaza’ya yerleştirilmiştir. Ali Rıza bey ve Zübeyde Hanım’ın 1870 yılında evliliğinden; 6 çocuk dünyaya gelmiştir Mustafa Kemal 6 kardeştir. Küçük kardeşi Makbule dışındaki öteki kardeşleri; 2-12 yaş aralığında çeşitli hastalıklardan ölmüştür. Doğum sırasına göre bu çocukların adları şöyle: Fatma, Ahmet, Ömer, Mustafa, Makbule ve Naciye’dir. Kurtuluştan Kuruluşa giden bu zor yolda; gönlü annesi ve kardeşinin yanında ama ömrü hep yalnız cephelerde geçen bu çılgın insanın kız kardeşi Makbule Hanım (Atatan-Boysan) ise; Cumhuriyet ilanından sonra, Başkent Ankara’da kadınları örgütleyen ve Cumhuriyet Devrimlerinin gerçekleşmesi için, abisi Kemal Atatürk’e özverili ve kararlı desteklerde bulunmuştur…

1911 yılında, Kolağası Mustafa Kemal Paşa; beş arkadaşı ile birlikte Kuzeybatı Afrika’ya, Trablusgarp’ı işgal eden Fransız ve İtalyanlardan kurtarmak için yola çıkarlar. Geleneksel sivil giyimli bu istihbaratçı Osmanlı subaylarından biri olan Mustafa Kemal’in gazeteci kimlik kartındaki adı ise: Mustafa Şerif’tir… Mustafa Şerif Bey ve arkadaşları, gittikleri bölgede bir Berberi aşiret reisinin kızının düğününde, kobra yılanlarıyla İmazigen Dansı yaparak ve Jan Dark’a karşı Al Kaine’yi adres göstererek; 9 Ocak 1912’de Fizan, Tobruk, Demre ve Trablusgarp cephe savaşlarını kazınmışlardır…

”Endişelenmeyin, bu çılgınlığın sonunu bilmesem, asla yola çıkmazdım…” diyen Kemal Atatürk; Saray’ın has adamı olan İngiliz İstihbaratçı Yüzbaşı Benet’in tuzakları, Amasya Tamimi, Sivas ve Erzurum Kongresi çalışmalarında en yakın arkadaşlarının ihanetini, düşmanla işbirliği yapanları ve asker kaçaklarına tanık olurken; İnebolu Limanına gelen Sovyetler Birliği yardımları için, Lenin ile mektuplaşmasının olumlu yanlarını gördükten sonra; Anadolu’nun her yanında başlayan direnişler; Çukurova ve Toros Dağları Kuvayı Milliye Müfrezelerinin ve bacasında hep duman tüten, Yörük çadırlarını vatan bilen kahraman Anadolu halkının özverisi, ilk kurtuluş kıvılcımı olan Bolkar Çığlığı ardından; Tarsus Gençliğine Hitabesi ve 5 Ağustos 1920’de toplanan Pozantı Kongre kararları, ışığımız ve andımız olmuştur…

Samsun’dan Önce Altı Ay” İstanbul günlerini anımsayan ve 1919-1927 arası, İstanbul’a sekiz yıl hiç uğramayan Atatürk, sekiz yıl sonra İstanbul’a tezahürat ve coşku ile yeniden geldikten sonra, Dolmabahçe Sarayı’nı Cumhurbaşkanlığı makamı olarak kullandı. Atatürk’ün Saray’daki hayatı, buradaki önemli toplantıları, İstanbul’daki hayatının fazla bilinmeyen yönleri, TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı’nın yayımladığı “Cumhurbaşkanlığı Makamı Olarak Dolmabahçe Sarayı ve Atatürk” adlı kitapta, bazı anekdotlar ve fotoğraflarla anlatılıyor. Kitapta, Atatürk’e ilişkin çok duyulmamış bilgilerin yanı sıra, yapılan harcamalar, düzenlemeler, yemek davetlerine ilişkin hazırlıklara dair belgeler de bulunuyor.

MAHİYETİNDEKİLERE “ÇUCUK” KIZDIKLARINA “HEBENNEKA” DERDİ!

Gece sofraları nedeniyle geç kalkan Atatürk, uyanır uyanmaz odasındaki divanın üzerine geçer, orada bağdaş kurarak kahve-sigara içerdi. Sonra traşını, masajını yaptırır, ardından çalışma odasına geçerdi. Hem kahvaltı hem öyle yemeği olarak bir dilim ekmek ve bir kase ayran ya da yoğurt yerdi. İkindi vaktinde de bir bardak ayran içerdi. Akşam sofrasında 10 kişiden aşağı düşmeyen bir davetli topluluğu her zaman hazır bulunurdu. Sofrada imtihan etmek istediği kişileri karşısına, iltifat etmek istediği kişileri yanına oturturdu. Etrafındakilere ve mahiyetinde bulunanlara genellikle “Çucuk”  diye hitap ederdi. “Beri bak çucuk”, söze başlarken maiyetine kullandığı hitap şekliydi. En ağır kelimesi ise “ebleh” anlamında kullandığı “hebenneka” idi. Atatürk’le ilgili hiç bilinmeyen özellikleri dile getiren bu sözler, “Cumhurbaşkanlığı Makamı Olarak Dolmabahçe Sarayı ve Atatürk” adlı kitapta yer alıyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün Reisicumhur olarak Dolmabahçe Sarayı’na gelişi, 1 Temmuz 1927’den 10 Kasım 1938’e kadar sürdü…

Saltanatı kaldırdı ama neden Dolmabahçe’de yaşadı?

Atatürk, halkın zihninde padişahın ikametgahı ve hanedanlığın sembolü durumunda olan sarayda acaba niçin oturmuştur?

Görünüşte saltanatı temsil eden saray ile o saltanatın hükmünü ortadan kaldıran Cumhurbaşkanı, ilk bakışta yan yana gelebilen unsurlar gibi de görünmeyebilir…

Atatürk’ün Cumhurbaşkanı sıfatıyla İstanbul’u ilk ziyaretinde doğrudan doğruya Saraya gelerek yerleşmesi ve daha sonraki gelişlerinde de çalışma ve ikamet amacıyla hep Dolmabahçe Sarayı’nı tercih etmesi, şüphesiz Sarayın tarihimizde üstlendiği hakim rol sebebiyle olmalıdır. Asırlar boyunca devletin siyasetini belirleyen saray, iktidarın ve yönetimde söz sahibi oluşun simgesi ve en üst düzeydeki kararların alındığı bir merkez olarak anılmış, tarihin akışı içinde üstlendiği bu işlev nedeniyle, millet hafızasında daima hakimiyetin sembolü olmuştur. Büyük ihtimalle Atatürk’ün Sarayı ikametgah olarak seçmesinin arka planında da bu düşünce yatmaktadır.

Cumhuriyet’in köklü değişimleri Saray’da başladı

Osmanlı döneminde devlet işlerinde kullanılan ve “mabeyn” olarak isimlendirilen bölüm, Atatürk tarafından da resmi temas ve kabullerde kullanılmıştır. Aynı şekilde Atatürk, padişahın hususi dairesinin bulunduğu harem bölümünü devlet işlerinde kullanmayarak, şahsi istirahat mekanı olarak değerlendirmiştir.

Atatürk’ün rahatsızlığı nedeniyle son senelerinde merdivenleri çıkmakta zorluk çektiği için 1937’de Mavi Salon aydınlığına bir asansör ilave olunmuştur. Beyaz Oda, Mabeyn, Hünkar Dairesi de hükümdarın yerli heyetleri kabul odasıydı. Devletin zirvesi tarafından memleketin gündeminin takip edildiği bu oda, Atatürk tarafından da “çalışma ve kabul mekanı” olarak kullanıldı. Atatürk dil ve tarih çalışmalarını bu mekanda sürdürmüştür. Cumhuriyet döneminde bütün köklü değişimler Saray’da başlamıştır.

1927 yılına kadar İstanbul’a hiç uğramayan Atatürk, geldiğinde Dolmabahçe Sarayı’nı Cumhurbaşkanlığı makamı olarak kullandı. Atatürk’ün Saray’daki hayatı, buradaki önemli toplantıları, İstanbul’daki hayatının fazla bilinmeyen yönleri, TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı’nın yayımladığı “Cumhurbaşkanlığı Makamı Olarak Dolmabahçe Sarayı ve Atatürk” adlı kitapta, bazı anekdotlar ve fotoğraflarla anlatılıyor. Kitapta, Atatürk’e ilişkin çok duyulmamış bilgilerin yanı sıra, yapılan harcamalar, düzenlemeler, yemek davetlerine ilişkin hazırlıklara dair belgeler de bulunuyor.

Sevdiği insanlara “çelebi” diye hitap ederdi

Atatürk’ün kendine mahsus telafuz ettiği bazı kelimeler vardır; “Tabanca”ya “tapanca”, “kırbaç”a “kırpaç”, “henüz”e “henus”, “yoğurt”a “yuğurt”, “sarhoş”a “sarfoş” derdi. Maiyetinde bulunanlara “çucuk” diye hitap ederdi. “Beri bak çucuk”, söze başlarken maiyetine kullandığı hitap şekliydi. En ağır kelimesi ise ebleh anlamında kullandığı “hebenneka” idi. “Yani” kelimesini çok kullanırdı. Uzun maruzatta bulunanların lafı uzatmaması ve neticeyi söylemesi için “yani” diyerek, muhatabını sadede davet ederdi. Sevdiği insanlara “çelebi” derdi. Yanlış iş yapanlara kızdığında, “şaşarım akl-ı perişanına” en sık sarfettiği sözdü.

İmtihan etmek istediğini karşısına oturturdu

“Bir lokma ekmek, bunu birkaç arkadaşla oturup beraberce yemek ve içmek bana kafidir” diyen Atatürk’ün sofralarına hiç kimse izinsiz ve davetsiz oturamazdı. Ancak Başbakan İsmet İnönü, Hariciye Vekili Dr. Tevfik Rüştü Aras, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nın istisnai vaziyetleri vardı. Bu zevat hangi saatte olursa olsun istedikleri zaman sofraya gelebilirlerdi. Dolmabahçe’deki sofralarda çoğu zaman tarihi ve siyasi konular konuşulurdu. Sofrada genellikle Başbakan varsa sağında yer alır, diğer davetliler ise istedikleri yerlere otururlardı. İmtihan etmek istediği kişileri karşısına, iltifat etmek istediklerini yanındaki yere oturturdu. Sofranın dağılması, mevzunun ehemmiyetine göre idi. Bazen geç de olsa misafirlerini uğurladıktan sonra çalışırdı.

 Şehir gezilerinde korumalarını zor durumda bırakır, köprü üstünde halkın arasında yürürdü

Genellikle geceleri yatmayan Atatürk, sabahları çok geç kalkardı. İnce ketenden yapılmış kısa entariyle uyur, kalktıktan sonra bir müddet bu kıyafetle otururdu. Bu aralık şayet akşamdan verdiği mühim bir emir varsa, bunların neticelerini almak için Katib-i Umumileri Hasan Rıza Bey gelirdi. Atatürk bu yatak kıyafetinde iken Katib-i Umumilerinden ve yakın arkadaşlarından başka hiç kimseyi yanlarına kabul etmezdi. Yataktan kalkınca ilk iş olarak sabah kahvesini ve sigarasını içerdi. Sonra tıraşını olurdu. Hususiyetlerinden biri de, kendi kendine tıraş olmamasıydı. Berberi itina ile Atatürk’ü tıraş ederdi. Bundan sonra masaja yatar, banyosunu alır, mesai odasına geçerdi. Hem kahvaltı hem öğle yemeği olarak bir kase ayran ya da yoğurt yerdi. Boş zamanlarında en yakın arkadaşları olan Kılıç Ali, Salih Bozok, Nuri Conker’i  alarak otomobille şehir içinde ya da motorla boğazda gezintilere çıkardı. Korumaları zor durumda bırakan bu tür gezilerde, otomobilden inerek, köprü üstünde halkın arasında yürür, tanınmış pastanelere, lokantalara girer çıkar bazen bilet alıp trene, tramvaya binerek halkın içine karışırdı.

Davet öncesi ders çalışırdı, Japon mitolojisini inceledi

Yabancı misafirleri iyi intibalarla ayrılmalarını isterdi. Onlar gelmeden ülkeleri hakkında geniş bilgi toplar, kişiliklerini incelerdi. Afgan Kralı gelmeden önce bir ay boyunca Afganistan tarih ve coğrafyasını tetkik etmişti. 1937’de gelen Japon Veliahtı Prens Takamutsu’yu, bir ziyafette japon mitolojisi ve edebiyatı üzerine yaptığı konuşmalarla şaşırtmıştır. 1934 Haziranı’nda Türkiye’ye gelen uzun boylu İran Şahı Rıza Pehlevi’nin yanında rehber olarak görevlendirilecek generalin cüssece küçük kalmaması gerektiğini düşünmüş ve ordunun en iri yapılı komutanı Fahrettin Altay’ı mihmandar yapmıştır.

Sarayı çalışma merkezi yaptı, devlet başkanlarını Osmanlı’daki gibi Zülvecheyn Salonu’nda ağırladı

Osmanlı döneminde misafir devlet başkanları için resmi ziyefetlerin düzenlendiği Saray’ın meşhur Zülvecheyn Salonu, onun zamanında da aynı amaçla kullanılmıştır. Sofra toplantıları genelde Mavi Salon’da, resmi ziyafetler ise Zülvecheyn Salonu’nda gerçekleştirilirdi. Osmanlı’da resmi ziyaretlerde prestij amaçlı kullanılan Saray’daki altın ziyafet takımları Atatürk tarafından da devletin itibarı sebebiyle, özellikle resmi ziyafetlerde kullanılmıştır. Atatürk Dolmabahçe Sarayı’nda bulunduğu süre içinde, ikametgah amacıyla özel hayatın yaşanabilmesi için tasarlanmış ev kısmını (Harem) kullanmıştır. Atatürk, Saray’ı yalnızca bir ikametgah olarak görmeyerek yoğun bir çalışma merkezi haline getirmiştir. Bu noktada Saray’da yaptığı çalışmaları içinde özellikle üçü, Cumhuriyet Devrimleri bakımından önce çıkar; Harf Devrimi, Türk Dili, Türk Tarihi, kadın ve insan hakları ile ilgili çalışmalar… Atatürk 1931 yılından itibaren başlattığı tarih ve dil konularındaki çalışmalarını, 1938’e kadar Dolmabahçe Saray’ında yürütmüştür. Riyaset-i Cumhur makamı olarak kullanılmaya başlanan saray, bir kültür merkezi ve müze halini alınmıştır… 

ATATÜRK YENİDEN…

Gittiğim 99 ülkede, tüm Anadolu coğrafyasında ve “Türk Dili Konuşan Akraba Topluluklar”da; Atatürk izlerini araştırmaya devam ediyorum…

Cumhuriyetimizin 100. Yılını kutlamaya hazırlandığımız bu dönemde; dünyadaki devrimci önderlerin ütopyası-umudu, özgürlük ve bağımsızlık savaşı veren mazlum halkların esin kaynağı ve rehberi olan Kemal ATATÜRK, yeniden…

Çin’in Kurucu Devlet Başkanı Moa Tse Tung, 1935’de Şian Meydanı’da “Uzun Yürüyüşe” çıkarken yaptığı konuşmada, halkına şu sözlerle hitap etmişti: “…Yoldaşlar, Ben Çin’in Atatürk’üyüm!.. Mustafa Kemal’in 1919 ruhu ile; size bağımsızlık, özgürlük ve devrimler vaadediyorum…”  diyerek, uzun ve ajitasyon yüklü bir konuşma yapmıştı. Ve 1949 yılından bu güne, Çin Halk Cumhuriyeti lise tarih ders kitaplarının kapağında ve içinde; Lenin, Gandi ve Atatürk resimleri ile detaylı bilgiler bulunmaktadır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür…

“Latin Amerika Edebiyat Ödülü” almak üzere gittiğim Küba’da; 12 Aralık 1996’da, Havana’da, kendisiyle yaptığım çok özel röportajda; Küba’nın efsanevi lideri, Kumandan Fidel Castro şöyle demişti: “…20. Yüzyılın başında, emperyalist devletlere karşı verdiği bağımsızlık savaşını zaferle taçlandıran ve bir mucize olarak gerçekleştirdiği devrimleri ve stratejileriyle; bizim ve dünyadaki tüm mazlum halkları esin kaynağı olan Kemal Atatürk varken; kendinize başka bir lider, umut ve ışık aramayınız…” 

Ülkemizi yeniden kuşatma altına alan emperyalist projeleri yırtmak ve Tam Bağımsız Çağdaş ve Demokratik Türkiye” için, silkinip özümüze dönme zamanı… Rehberimiz hazır… Cumhuriyetimizin 100. Yılını kutlamaya hazırlandığımız bu dönemde; dünyadaki devrimci önderlerin ütopyası-umudu, milletin sesi, özgürlük ve bağımsızlık savaşı veren mazlum halkların esin kaynağı ve rehberi olan Kemal ATATÜRK, yeniden… 

www.dursunozden.com.tr

Kaynakça:

1-Niyazi Ahmet BANOĞLU, “ATATÜRK ‘ün İstanbul’daki Hayatı”

2- S. Eriş ÜLGER “Mustafa Kemal ATATÜRK ve Anadolu”

3- İsmet Erarpat Makalesi, Seç Haber. 1 Temmuz 2017.

4- TBMM, Milli Saraylar Daire Başkanlığı; “Cumhurbaşkanlığı Makamı Olarak Dolmabahçe Sarayı ve Atatürk” adlı kitap.

5- Kemal Atatürk, Büyük Nutuk, Belgeler, Belge No: 144 ve 264.

6- Ömer Sami Coşar, İstanbul’un En Mesut Günü, Milliyet Gazetesi, 11 Mayıs 1933.

7- Dursun Özden, Bolkar Çığlığı, Pozantı Belediyesi Kültür Yayını, Mart 2021, Adana.

8- Dursun Özden, İstiklalsiz Din Olmaz, Atatürk Yeniden Konferansı, 10 Kasım 2021, Bodrum.

9- Dursun Özden, Küba Uzak Değil, Belge Yayınları, Aralık 1998, İstanbul.

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*

shared on wplocker.com