Mübadele Allahın belası bir şeydi. Yüzyılın ilk çeyreği biterken (1924); Ege Denizi’nin iki yanında oturan yüz binlerce insan, karşılıklı yurt değiştirdi. Vapurlar ya da trenler mi yol alıyor yoksa evler mi, bilemediler. 1912’de Balkan Savaşı ile başlayan göç dalgası binlerce Müslümanı Anadolu’ya savurmuştu. Ardından I. Dünya Savaşı patlak verdi. Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında, bu göç dalgası daha da büyüdü.
1924’de Lozan’da imzalanan “Nüfus Mübadelesi (değişimi) Sözleşmesi” ile büyük bir nüfus değişimi yaşandı. Selanik’ten Kavala’dan Girit’ten, Kesriye’den, Kozana’dan yaklaşık 400 bin Müslüman geldi. Anadolu’da yaşayan 1 milyon 300 bin Ortadoks Rum, Yunanistan’a göç etti. Orada yeni yurtlarını, yeni evlerini kurmaları kolay olmadı. Yıllarca çadırlarda ve barakalarda, büyük acı ve kayıplarla yaşadılar. Yolda ve yeni yurtlarında pek çoğu hastalandı ve öldü. Herkes doğduğu evi, diktiği ağacı ve komşularını özledi.
Burada doğduysa da..
Uzun yıllar sonra Yunanistan’dan kalkıp eski köylerini ziyarete gelenlerden Konstantin Feyzioğlu (95) “Mübadele (değişim) Allah’ın belası bir şeydi” diye söze başladı . “Bir başka ülkeye, bir başka denize gidelim dedim. Bundan daha iyi bir kasaba buluruz elbet. Her çabamız, kaderin olumsuz bir yargısıyla bir ceset gibi gömülür kalbimize. Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede. Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, etrafta bir kara yıkıntı görüyorum. Bunca ömür tükettiğimiz bu ülkede, neden komşularımızdan ve topraklarımızdan bizi kopardılar? Cami ve kiliselerimizle, bayram ve yortularımızla gül gibi geçinip gittiğimiz kapı komşumuzla ayrı düştük. Oysa, iyi komşu kardeşten de üstündür.”
Ortodoks bir anne ve Müslüman bir babanın çocuğu olduğunu söyleyen Kostantin Feyzioğlu’na göre iki halk arasındaki fark şundan ibaret: “Rumun avanağı yokuşta sigara içer, Türkün avanağı yokuşta nara çeker.”
Gelveri; Ihlara, Misli, Konaklı, Aktaş, Niğde, Bor, Kavuklu, Ovacık, Maden, Ereğli, Ulukışla… ve öteki Anadolu kasaba ve köylerindeki komşularını özleyen göçmen Rumlar, geldikleri yurtlara bir türlü alışamadıklarını söylüyorlar. Zaman zaman “memleket” dedikleri bu ata topraklarını ve evlerini ziyarete geliyorlar. Onlar İç Anadolu’da bu topraklarda doğmuşlardı. Gelveri onların ana vatanı idi. Akakiadis Pantelis, Gelveri’de doğdu, Yunanistan Nea Kalveri’de ak düştü saçlarına. Ve bu kasaba hep arkalarından gitti. 1911 doğumlu Akakiadis, anasından öğrendiği Türkçe ile; “Gelveri’nin toprağını, suyunu ve taşını özledim…” diyor. Eski adı Gelveri olan Güzelyurt’ta her sabah sokakta göç öyküleri dolaşıyor. Yıllar önce Gelveri’den göç edenler, bu ak saçlı insanlar ömürlerinin son göçünü yenileyerek, torunları ile birlikte Gelveri’ye geldiler.
Farklı inançlar, yıllarca yan yana yaşamış burada. Dost ve komşu olmuşlar. Aynı dilde, aynı türküyü söylemişler. Türkçe, onların ana dili olmuş. Türküleşmiş:
“Emek kaldı orada…”
“Haniya da benim elli direm pastırmam / Konyalı’dan başkasına bastırmam / Yürü yavrum yürü, Konyalım yürü / Şimdi burdan geçti, Konyalı’nın biri…”
İonya’da oturan Yorgis Yamıkoğlu, Selanik’te oturan Statios Efstadiadis, Kavala’da oturan Makridis Uzunoğlu, Kozana’da oturan ve zurna çalan Hristofos Hristoforidis ve öteki göçmen Anadolu Rumları, atalarından öğrendikleri “Karamanca” dili ile özlemlerini ve tepkilerini dile getirdiler. Karamanca, Rumca, Türkçe ve Farsça karışımı bir dil. Kaval ve kemençe çalan Hristofos (1905 doğumlu): “Hepimiz Allah’ın adamıyız. Rum – Türk ayrımı niye? Bize burada el gibi bakıyorlar. Kendimizi turist gibi görüyoruz. Bir türlü ısınamadık buralara…” Bildiği Türkçe tüm sözcükler, öztürkçe idi. “Benim bubamın anası iyi halva yapardı. Anamda gevsi yıkar, gülibikli horuzun etini kalaylı bakır tasta bize virirdi. Bubam da avratlara bakar, göz hamamı (banyosu) yapardı. Yunanistan’a geldik ve mutsuz olduk… Emeğimiz kaldı orda…” dedi…
“Kaçgıncılık çok zor… “
“Kaçgıncılık çok zor…” diye söze başlayan Politeseni Katrancis, “cin arabası” dediği bisiklete binemeden göçte ölen kardeşini ve göçü anımsadığını, göz yaşları içinde anlattı:
“Yayla zamanı idi. Mayıs ya da haziran ayı. Gelveri’den Ihlara’dan ya da Aksaray’dan Hasan Dağı’nın yamaçlarına sürüleriyle göç eden komşularımız (Müslüman) bize ağlayarak el sallıyorlardı. Hakkınızı helal edin, dediler. Helallik, Türklerde çok önemli bir inanç. Yunanistan’dan gelen bir komisyon ile Türk yetkililer mallarımıza kıymet biçtiler. Taşınmaz tüm mallarımızı ucuza verdik, çoğunu bağışladık. Komşularımız arkamızdan su attılar. Tekrar geri gelelim diye. Kağnılarla, at arabaları ile Konya Ereğli’ye geldik. Bir kısmımız da Niğde üzerinden (o tarihte Niğde’de tren yolu yoktu) Ulukışla’ya geldi. Bir hafta burada, Öküz Mehmet Paşa Hanı’nda konakladık. Tren vagonları içine doluştuk. Tren Toros Dağları’nın içinden geçen tünellerden ilerlerken, bir bilinmeyene doğru yol alıyorduk. Tren mi yol alıyor, evler mi, bilemiyorduk. Karaisalı ve Yenice istasyonlarında bizleri taşlayanlar oldu. Sonra, Mersin limanı’na geldik. Yolda, asker kaçağı Türk eşkıyalar bize zarar verdi.”
Aziz’in naaşı da göç etti
Başımıza kötülük gelmesin diye Hıristiyanlığı Anadolu’da yayan Aziz Grigoryos’un naaşını, bulunduğu yerden çıkardık. Elliye yakın sandığın içine yerleştirdik. Her kasa 80 okka kadardı. Arabalara yükledik. Trene ve oradan da vapura bindirdik. Denizde bir fırtına başlayınca Aziz’in parçalara ayrılmış naaş sandıklarına sarılarak dua ediyorduk. Ama hiç faydası olmuyordu. Çünkü yolda çok insan öldü. Babam, ‘goyu mu olur, gabardıcın gölgesi…’ türküsünü ünlemeye başladı.
İtalyan ve Türk gemileriyle Selanik’in Karaburnu Limanı’na geldik. Burada karantinadan geçtikten sonra Türklerin başlattıkları köylere gittik. Sıtma, hastalıklar yakamızı bırakmadı. Yerli Rumlar, bize göçmen olduğumuz için çok kötü davrandılar. Mutluluk ve komşuluk, Anadolu’da kaldı…
“Biz memlekette iken…” diye söze başlayan göçmen Rumların, Gelveri’den Nea Kalvari’ye uzanan göç destanları anlatmakla bitmiyor.
Nea Kalvari Kültür Merkezi Müdürü Kaplanis Iosifidis, kınalı kaşıkla oynayıp, “Sevda nedir bilmezdim, o da geldi başıma…” türküsünü söylerken şöyle diyordu: “Kalbimizi biliyorsunuz. Seviyoruz birbirimizi. Düğünlerimize sizi bekliyoruz. Sizi davet ediyoruz, evlerimize gelin. Bizler komşuyuz. İyi komşu kardeşten de üstündür…” Atalarının bıraktığı eski evlerini, kiliselerini ve komşularını özleyen, kardeşlik çağrısı yapan bu insanlara, kucak açan Güzelyurt (Gelveri) Belediye Başkanı Süleyman Gümüş ise, “Tek meyva ile bahçe olmaz” diyor… Oysa, Hasan Dağı zaman içinde akıp giden tarihe tanıktı… Bir göç türküsü gelir uzaktan: “Göçün ucu Ulukışla’ya ulaştı / Bostanı bozulmuş bağlara döndük / Ağlamaktan kan doldu gözlere / Kaynağına akan çaylara döndük…”
DURSUN ÖZDEN
GAVUR GIZI SAFİYE
NÜFUS DEĞİŞİMİ (MÜBADELE-1924) İNSANLARI ya da YUNANİSTAN’DAKİ ANADOLU.
Anadolu’dan Yunanistan’a göç eden ve Türkçe konuşan Rumlarla “Memleket” için konuştum. ORTAK DİL KARAMANLICA
Bana “TGC Yerel Basın ödülü” kazandıran Yunanistan’da yaptığım röportajlar, bir döneme ışık tutar nitelikte, hasret ve duygu yüklü anılarla doluydu…
Yorgis Yamıkoğlu(92) -(Selanik- İonia’da oturuyor)
Manisa Hamidiye köyünden göç edenlerden babasının boynu eğri olduğu için bu soyadı almışlar. Gözleri görmeyen, köylü şapkalı Yamıkoğlu “Yasuu -şerefe” diyerek uzo(rakı) içti benimle. O gece Apostol’un evinde kaldım. Eşini bir hafta önce kaybettiğini de dile getiren Yamıkoğlu: “O benim göç ve hayat arkadaşımdı. Onun yokluğuna alışamıyorum. Geceleri evimde yalnız yatarken korkuyorum. Sağ olsun torunlarım, gelinim ve oğlum Apostol beni yalnız bırakmıyorlar. (Apostol, kıymetli dostum Nea Epivates -Yeni Selimpaşa- Belediye Başkanı George Kariotis’in Selanik’te bulunan züccaciye mağazasında çalışıyor ve anasından öğrendiği Türkçeyi düzgün konuşuyor.) Birde şu karabaş köpek bana yoldaş oluyor. Doksanı devirdik. Artık bizi ölüm paklar. Bir daha ki geldiğinde belki görüşemeyiz. Bana “Memleket” havası getirdiğin için sana minnettarım. Ölsemde gam yemem…” derken, bir yandan da ağlıyordu. “Karamani dili” dediği kırık bir Türkçe ile konuşan Yamıkoğlu, Karamani dilinin ne olduğunu ise şöyle açıkladı; “ biraz Türkçe, biraz Rumca ve biraz da Farsça’dan oluşan bir Anadolu dilidir. Bizim anadilimiz.”
Çoğunu unuttuğu ve yeni hatırlamaya çalıştığı için, konuştuğu öz Türkçe sözcükleri seçerek ve özenle söyleyen Yamıkoğlu o günleri şöyle anlattı; “bizim köy Hamidiye, Horuz köyünün yanında idi. Köyde, üzüm, zeytin, pambık, ekin ve tütün yetiştirirdik.1924 Mübadele(değişim) ‘de İzmir’den Selanik’e bir İtalyan vapuru ile geldik. Evimizi ve tarlamızı Türklere bıraktık. Buradaki Türklerin evlerini ve mallarını da bize verdiler. 300 drahmi biz alacaklı çıkınca, Yunan Devleti bize bu parayı verdi. Buraya gelince çok fukaralık çektik. Parası çok olan bir hafta rakı içerdi, eğlenirdi.
Manisa’nın zenginlerinden olan bubam Petro ve dedem Papu, 1917 ‘de İzmir ve Manisa’ya giren Yunan askerlerine çok yiyecek, para ve altın verdiği için, biz Yunanistan’a göç edince, Yunan devleti bize bu parayı fazlasıyla geri ödedi ve ödüllendirdi. Hatta Mübadele (1924)’de Türk askerleri dedemi, Yunan askerlerine yardım ve yataklık ettiği için İzmir’de esir aldılar. Sonra bırakıldı. Dedem , Türk komşularımıza ihanet ettiği için; anam ve ninem ona hep kızardı. Hatta, dedemin kardeşinin hayırsız ve mal yüzünden problem çıkardığını hatırlatır ve ‘iyi komşu gardaştan da üstündür’ diyerek onun bu davranışlarını kınardı…” dedi. Yamıkoğlu, kendi elleriyle kurduğu rakıyı ikram ederken çok mutluydu. İç komşu, iç. Bu meret bu günler için yapıldı. Benim en iyi misafirim Dursun’un şerfine….
“Ödemiş kavakları/ dökülür yaprakları…” Bu Rebetiko türküsünü söylerken ayağa kalkıp, elinde bastonu ile efeler gibi zeybek oynayan Yamıkoğlu, anasından öğrendiği Ege türkülerini söylerken görmeyen gözlerinden yaş akıyordu. Anadolu Ortadoks Rumlarından Yorgis Yamıkoğlu, hüzünle mutluluğu birlikte yaşıyordu. Toprak kokan, hasret kokan ve sarı tütün kokan Anadolu’dan, onların “Anavatan” ından, güzel komşularının ülkesi cennet Türkiye’den gelen memleket kokusuna hasretti. “Memleket” diye adlandırdığı köyünü özlediğini ve Türkülerle bu özlemini gidermeye çalıştığını söylüyordu. Biraz daha hüzünlenen Yamıkoğlu, Türkülere vurdu kendini. Ve başladı sösylemeye:
“Alim Alim gül Alim
Alim orak biçiyor
Gül dibine gel Alim
Suyu nerden içiyor
Alim öldü diyenler
Karaları biçiyor…”
Statios Efstadiadis(77) (Selanik’te oturuyor)
Türk dostu bir aile. Maçkalı kemençe çalan(kör) Trabzon’daki, Maçka’daki, Tonya’daki ve Hamsiköy’deki dostlarını özlediğini söyleyerek söze başladı.” Şimdiki politikacılar zevzek akıllı. Venizelos ile Atatürk büyük devlet adamlarıydı. Rum ve Türk halkları komşu ve kardeş halklardır. Düşman olamazlar. Amerika ve kötü politikacılar bu iki halkı kışkırtıyorlar. Gelin müzikle,sanatla bu oyunu bozalım. Kemal Atatürk, Lenin arkadaş. Barış iyi ama politikacılar iyi değil. Hemşerim Mesut Yılmaz ve Erkan Ocaklı’yı seviyorum. Ne de olsa biz de Karadenizliyiz.”dedi kemençe çaldı.
Akakıadıs Pantelis(86) (Kavala-Nea Karvali’de oturuyor)
Kapadokyalı. Aksaray Gelveri kasabasından göçedenlerden. Nea Kalvari’de yaşıyor. Türkçe konuşuyor. Gelini Heleni’ye “ kızım biz Anadolu’da böyle gördük. Yakın komşu kardeşten bile üstündür. Yatakta avrat, sorfada yemek beklemek zordur.”diye şaka ile söze giren Gelveri(Güzelyurt) doğumlu(1914) Akakıadıs Panteis, 1924’deki göç destanını ağlayarak ve heyecanla anlatmaya başladı: “ her şeyimizi orada bıraktık. Tekrar geleceğimizi zannettik. Önce, tüm Kapadokya bölgesi Rumları Konya Ereğli’de toplandı. Orada bir hafta kaldık. Trene bindirildik. Ulukışla üzeri Mersin limanına geldik. Bizi bekleyen Yunan gemisine bindirildik. Sadece taşıyabileceğimiz kadar eşya yanımıza alabildik. Uzun bir gemi yolculuğundan sonra Yunanistan’ın Pire limanına geldik. Türkler’in boşalttığı köylere bizleri yerleştirdiler. Buralar bataklıktı o zaman, çoğumuz sıtmadan öldü. Analarımız ve ablalarımız çeyiz sandıklarını bile Gelveri’de bıraktı. 50 yıldır ilk kez Türkçe ve Yunanca konuşuyorum. Çok mutlu ve heyecanlıyım. Çocukluk günlerimi, Türk arkadaşlarımı hatırladım. Anadolu vatan, Gelveri’ye can kurban.”
Makridis Uzunoğlu(83) (Agıon Oros Yarımadası’na açılan kapı olan tatil köyü Ouranoupolis’te oturuyor)
Anası Borlu ve babası Gümüşhaneli olan Makridis Uzunoğlu, Bolkar Dağlar’nın yamaçlarında bulunan Niğde – Ulukışla’ya bağlı Maden Köyü’nde oturmuş. Dedeleri, topluca Gümüşhane’den Maden kasabasında bulunan altın ve gümüş madenini işletmek üzere Osmanlı Devleti tarafından getirilip yerleştirilmişler. Makridis 1918’de Maden’de doğmuş. Toros Dağları’nın Bolkar bölümünde kuzeyinde bir derenin içinde 1700 metre rakımda bulunan Maden kasabasından çıkarılan altın, gümüş, bakır ve kalay madenleri dağların alltındaki galerilerden çıkarılarak, iki işlemden geçirildikten sonra İstanbul’a gönderilirmiş. Bölgenin idari ve mali işleri Maden kasabasından yürütülürmüş. Cumhuriyet sonrası, kasaba merkezi Ulukışla’ya taşınmış. Makridis’in anasının adı Anadolu imiş. Makridis Uzunoğlu’nun anası bu kasabaya özgü ve çok lezzetli Dirmusun fasulyesi, el örgüsü çoraplar ve kendi yaptığı eşyaşarı alır yakın köylere ( Alihoca, Gümüş, Darboğaz, Porsuk ve Beyağıl) götürür ve lahana, patetes, soğan, bulgur gibi yiyeceklerle değişirmiş. Babası madende kazmacı ve berbermiş.
“Anam, bakır leğenlerde gevsi yıkar ve yunaklarda da bizleri çimdirirdi. Bubam, madende gazmacıydı. Boş zamanlarında da berberlik yapardı. Mübadele de bir akrabamız gız, bir Türkle evlenip ve müslüman olup orada kaldı. Böyle çok oldu. Türkler, Rum erkeklere gız vermiyorlardı, ama Rum gızlarıyla Türkler evleniyordu. Yörük gızları kasabadan çörek alırlar ve yün verirlerdi. Bubam, göçebe yörüklerle iyi arkadaşlık edermiş.” Türkçe’yi anasından öğrendiğini söyleyen Makridis’le tanışmamız oldukça ilginç.
Atos Dağı’na gidebilmek için polisten dokuz bin drahmi vererek, pasaportumu göstererek ve fener patriğinden aldığım mektubu göstererek giriş vizesi aldım. Dokuz yüz elli drahmiye vapur biletimi de alarak sabah saat 9.45 ‘te feribota bindim. Feribot Rus manastırı açıklarında seyrederken, kaptan yardımcısı beni arıyordu. Bozuk bir şive ile “Duşun Ozhen” diyerek dolaşıyordu. Yanına gittim ve “benim” dedim. Kaptan köşküne gittik. Feribotun telsizinde soyadı Karamanlı olan polis şefi benimle konuştu: “sizin mektupta müslim olduğunuz yazıyor. Eğer doğruysa feribotla geri dönmelisiniz. Siz ortodoks, katolik, Müslim… Nesiniz? “ben ısrarla ortodoks olduğumu söyledim. “fener patriği beni iyi tanımıyor ben ortodoksum “dedim. Boynumdaki haçı gören kaptan ve yanındaki yaşlı bir kişi, telsizi alarak, polise Rumca birşeyler konuştular ve “problem yok” diyerek benimle Türkçe konuşmaya başlayan yaşlı gemici “ulan hemşerim, sen nerelisin?” diyerek bana bir kahve söyledi. Ulukışlalı olduğumu Maden köyüne yaylaya çıktığımızı ve İstanbul’da oturduğumu söyleyince tam bir dost olduk. “Yasu” diyerek kahvemisi içtik. Uzunoğlu ailesini ve uzun zamandır konuşmadığı Karaamca’sını anlatmaya başladı. Öztürkçe konuşuyordu. Yörük Türkçesiyle “benim bubamın anası çok iyi halva yapar, gevsi yıkar, gülibikli horuzun etinden kalaylı sahanda bize virirdi. Bubam da avratlara bakar, göz hamamı (banyosu) yapardı.” Bildiği tüm sözcüklerin ÖzTürkçe olması çok şaşırtıcı idi. Zaman zaman da Karamanlıca konuşuyordu. Ama “Memleket” dediği Maden kasabası, Makridis’in burnunda tütüyordu. O, bir denizci olduğu kadar, aynı zamanda bir madencinin oğlu ve Anadolu’nun çocuğu idi. Anadolu, Makridis’in öz anası… Bana hemşehri çıkıp, yardımcı olan Makridis’e sonsuz teşekkürler.
Kostantin Feyzioğlu(95) (Kozani-Klada kasabasında oturuyor)
Anası Sofia (Safiye) nın soyadının “Şekeroğlu” olduğunu sözlerine ekledi. Gözleri az gören ve kulakları az duyan Feyzioğlu, kalın camlı miyop gözlüğü, ütülü ve temiz giysileri, tüylü fötür şapkası ve elinde bastonu ile Türkiye’den biri geldiğini duyunca hemen yerinden fırladığını söyledi. Ana tarafından dedesinin Kayseri’de şeker ürettiği için bu soyadı aldıklarını övünerek anlatan Feyzioğlu, sısak bir kucaklaşmadan ve hoşbeşten sonra, konuşmaya daldık. 1924’de başlayan göç üzerine sorular sormamı bitirmeden, elindeki bastonunu yere (sebep olanlara) vurarak söze başladı. Daha o zamanlar genç bir çocuk olan Kostantın, belleğine kazıdığı göç öyküsünü heyecanlı ve anadilim dediği Türkçe anlatmaya başladı:
“Toprak yollarda, kağnılar ve at arabalarının sesinden, dağ taş inliyordu. Geride bıraktıklarımıza mı yanarsın, yoksa bizi bir türlü terk etmeyen ve geceleri konaklama yerlerinde uzun uzun uluyan karabaş köpağime mi yanarsın? Bir göç yangını aldı yürüdü. Yol boyunca Türkler bize yiyecek ve içecek veriyorlardı. Özellikle, Niğde’de mola vermiştik. Bize her türlü yardımda bulundular. Arkamızdan sağ sağlim varmamız için dua ettiler. Çocuklara taze koyun sütü ve bize de sıcak tandır ekmeği, yeşil soğan ve peynir koydular azıklarımıza. Sepetler dolusu kiraz ve dut verdiler. Hiç unutamam bu iyilikleri. Hayırlı yolculuklar dilediler. Bize sarılıp kucaklaşarak uğurladılar. Köyde bıraktığım yavuklum Emine’nin gözyaşlarına bezenmiş oyalı mendilini gördükçe bir başka hüzün çöküyordu. Ayaklarım geri geri gidiyor. Jandarmalar bıraksa, köye Emine’min yanına kaçacağım. Emine, ‘bende seninle geleyim Kosta’ dedi. Anası ve bubası karşı çıktılar. ‘Biz gavura gız virmeyiz’ dediler. Göç bizi, sevgilileri ayırdı. Ayırmakla yetmedi, denizin öte yanına savurdu. Göç umutları, göç yolları tıkadı. Kara tren, Toros Dağları’nın kör tünellerinden girip çıktıkça anam Safiye: “Tren mi yol alıyor, yoksa evler mi? “ derken, akıp giden göç yollarının ve uzayıp giden tren yolunun içimize aktığını anlatıyordu. O zaman Kayseri-Mersin arasında tren yolu olmadığı için, kağnılarla ve at arabaları ile günlerce Niğde üzerinden Ulukışla tren istasyonuna geldik. Bizi, Ulukışla’da eski bir Kervansaraya (Öküz Mehmet Paşa Kışlası) ‘nda beklettiler. Üç gün sonra buradan trene binerek Yenice’ye geldik. Yenice ve Tarsus’da bizi taşaldılar. ‘Defolun gavurlar !..’ diyerek ellerine geçeni üzerimize fırlatıyorlardı. İyiki, bizi doldurdukları vagonların her tarafı kapalı idi. Ama yine de taşlardan nasibimizi alıyorduk.
Sonra Mersin’e geldik. Bir iki günde burada bekledikten sonra, koca bir İtalyan gemisine bindik. Kayseri’de deniz olmadığı için, denizden ve deniz yolculuğundan çok korktuk. Anam ve bubam bizleri kolları arasına aldı ve uzun süre denize hiç bakmadan yol aldık. Çoğumuzu deniz tuttu. Kusmaktan her taraf kirlendi ve halsiz düştük. Hastalık yakamızı bırakmıyordu. Komşumuz Anadolu teyze yolda öldü. Çok üzüldük. Anadolu teyzenin beline kocaman bir ağırlık bağladılar ve denize attılar. Balıklar vapurun çevresinde zıplıyorlar ve suya bir girip, bir çıkıyorlardı. Anam: “ Bu gidişle karayı görmeden hepimiz öleceğiz” diyerek ağlıyordu. Bubam, anama hem kızıyor ve hemde teselli etmeye çalışıyordu. Köyden yanımıza aldığımız yiyecek ve içecekler bitmek üzereyken, “Kara göründü!…” diye; yorgunluğu ve hastalığı unutup, herkez sevinç çığlıkları attı. Selanik limanına yanımıza alabildiğimiz eşyalarımızla birlikte indik. Karantina ve sağlık kontrolundan geçirildikten sonra, at arabalarıyla önce Kozani’ye ardından da Klada’ya geldik. Burası bataklık ve sivrisineklerle doluydu. Sıtma ve tifo gibi hastalıktan çok kişi öldü. Göçe dayananlar, sıtmaya dayanamadı. Bir bir öldüler. Bizlere, Anadolu’dan göç edenlere buranın, Yunanistan’ın yerlileri kötü ve düşman gözüyle bakıyorlardı. Bizim, barbar, vahşi ve Türk soyundan olduğumuzu söylüyorlar ve bize yabani hayvan gibi davranıyorlardı. Oysa biz, Rum ve Ortadoks olduğumuzu söylüyor ve aynı inancın, aynı ırkın insanı olduğumuzu dle getiriyorduk. Ama nafile… Uzun yıllar Yunan devleti, bizim bu durumumuza yardımcı olmadı. Bize ikinci sınıf halk muamelesi yaptılar. Yeni yeni insan yerine konmaya başlandık. Şimdi çok rahatız ve mutluyuz. Ama yine de Anadolu’daki köyümüz, toprağımız ve komşularımız burnumuzda tütüyor. Nede olsa, Anavatanımız. Doğduğumuz ve büyüdüğümüz yerler…”
Aslında bu hüzünlü göç destanını yaşayan ve şimdi bu dünyada dikili tek ağacı bile olmayan Kostantin Feyzioğlu, bu yaşam öyküsünü anlatırken zaman zaman dalıyor ve gözyaşlarına boğulup, içine ağlıyordu.
“Sebebinin gözü kör olsun. Bizi, topraklarımızdan ve vatanımızdan ayıranlar Allahından bulsunlar.” Feyzioğlu’nun, Kayseri’den göç eden ailesinden artık kimse kalmamış. Şimdi bile köy kahvesinde Feyzioğlu için, yerli Ortadoks Rumlar : ” O dönmedir. Annesi Rum, babası ise Türk. Kendisi ise Ortodoks Türk” diyorlar. Feyzioğlu ise;
“ Anadolu’da pek çok medeniyetler ve halklar birlikte yaşadı. Ailem karma olabilir. Ben Anadolulu bir ortodoksum.”dedi. “Hepimiz Allahın adamıyız. Bu farklılık bizim zenginliğimiz. Yeterki, kardeş gibi yaşamasını bilelim. Yalan dünyada Rum, Türk, Müslüman ve Hıristiyan ayrımı niye?”diye soran K.Feyzioğlu, eskiden Ankara’da politikacı bir Türk kardeşinin olduğunu ve onu hiç görmediğini de sözlerine ekledi. (Bu kişi, eski Kayseri milletvekili ve bakan Turan Feyzioğlu imiş.) Trabzonlu Hristofos Hristoforidis ile birlikte gittiğimiz köy kahvesinde muhtar ve öteki Klada’lılarla birlikte içtiğimiz biranın parasını veren Kayserili Kostantin Feyzioğlu, bu köyde tek başına olduğunu ve ailesinden kimsenin kalmadığını sölerken gözleri doldu. Kulakları ağır işiten Feyzioğlu, yüksek sesle konuşuyor ve zaman zaman da espriler yapıyordu. Ve bir özdeyişle gülmeye başladı:
“Rumun avanağı yokuşta sigara içer
Türk’ün avanağı yokuşta nara çeker.”
Aslında ben kendimi tanımladım, diyerek masaya biraz daha coşku katıyordu. O, tipik bir Kayserili idi.
Hristofos Hristoforidis (96) (Kozani-Terpazogos’ta oturuyor)
70 yaşındaki oğlu Konstantinos ve 64 yaşındaki gelini Elisavet ile birlikte oturan Hristofos, zurna ve kaval çalıyor. Laz horonu tepiyor, ağız dolusu gülüyor. Amerika’da, dört kez laz milli giysileri ile halk oyunları ve zurna çalarak köyünü temsil ettiğini söyledi. Kendi kasetini, resmini ve özgeçmişini verirken, “puşt oğulları bizi topraklarımızdan etti”diyerek Trabzon-Maçka-Hamsiköy’deki çocukluk günlerini ve evlerini anlatırken, Venizelos’un sözünü dinlemediği için Topal Osman’ın hışmına uğramalarına ve kendilerini göçe zorlayan Pontus patriğine kızgınlığını dile getirdi. Laz şivesiyle Türkçe ve Rumca konuşuyor ve “Karadenizliyiz” diyerek övünüyordu.
Mübadele acısı, Ege’nin iki yakasını birleştirmedi. Göç, insanların doğup büyüdükleri yerlerden, kapı komşularından ve sırlarını sakladıkları evlerden; sonsuza dek uzaklaşmanın ve hep hasretle geriye bakmanın acısından başka bir şey değildi…
Tek ortak yanları vardı, o da dilleri idi. Biraz Türkçe, biraz Rumca ve biraz da Farsça karışımı dil olan Karamanlıca denen bir dil konuşmalarıydı. Bu ortak dili konuşan ve kadim atalarının izini süren “Gavur Kızı Safiye” ve Kostantin Feyzioğlu” idi. Denizin iki yakasında birbirlerini merak eden bu iki ailenin kucaklaşma öyküsü ya da emanet sandıktan çıkan kanaviçeli mendil, nice belgesellere esin kaynağı olacaktır…
Ve bir başka ortak yanları ise şu özgün veciz sözlerde gizlidir:
“Kapadokya vatan, Selanik can, Anadolu’ya canım kurban!..”
www.dursunozden.com.tr
Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi
Mübadele döneminin Türk-Yunan ilişkilerini tasvir eden bir karikatür.
Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi veya Değişimi, 1923 yılında Lozan Barış Antlaşması‘na ek protokol uyarınca Türkiye ve Yunanistan‘ın kendi ülkelerinin yurttaşlarını din esası üzerine zorunlu göçe tabi tutmasına verilen addır. Göçe tabi tutulan kişilere ise mübâdil denir.
Mübadele ile 1.200.000 Ortodoks Hıristiyan Rum Anadolu‘dan Yunanistan’a, 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır.[1][2] Mübadele kapsamına giren kişiler ile mübadele kapsamına girmeyen kişiler arasındaki ayrımın ana kıstası ırk ya da dil değil din olduğu için Rum denilenlerin arasında, Türkçe‘den başka dil bilmeyen ve konuşmayan Türk Ortodoks Hıristiyan Gagavuzlar ile Karamanlı Ortodokslar, Yunanistan’dan gelen Müslümanların arasında da Türklerin yanında Drama, Kavala, Karacaova ve Kesriye’den gelen Bulgarca ve Makedonca konuşan Pomaklar, Romence konuşan Ulahlar, Rumca (Yunanca) konuşan Patriyotlar ve kendi dilleriyle konuşan Arnavutlar da bulunmuşlardır.[kaynak belirtilmeli]
Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi kapsamında Türkiye’de sadece İstanbul kenti ile Gökçeada ve Bozcaada‘da oturan Rumlar, Yunanistan’da ise sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutulmuşlardır.
Mübadelede Drama, Girit, Kavala, Selanik, Vodina ve Yanya‘dan Türkiye‘ye gelen nüfus Doğu Trakya ve Batı Anadolu‘da Rum azınlığın ayrılışı ile boşalan yerlere iskan edilmişlerdir. Mübadillerin yoğun olarak iskan edildikleri şehirler Adana, Balıkesir, Bilecik, Bursa, Çanakkale, Edirne, İstanbul, İzmir, Kırklareli, Kocaeli, Manisa, Mersin, Samsun ve Tekirdağ idi.
Değişimin çok büyük bir bölümü 1923-1924 yıllarında gerçekleşmiş, ancak geriye kalan az sayıda olayda 1930 İnönü–Venizelos sözleşmesine dek zorunlu göç uygulamasına devam edilmiştir. Zorunlu göç gerek Türk, gerek Yunan ekonomisinde yaklaşık 20 yıl süren ağır bir krize yol açmıştır.
Anlaşma Öncesindeki Durum:
Osmanlı Devleti 1912 yılında, Balkan Savaşı sonrasında Rumelideki topraklarının neredeyse tamamına yakınını kaybederken geride, Osmanlı tebaasıyken bir anda başka bir devletin azınlık statüsündeki vatandaşları konumuna düşen yüzbinlerce Müslüman Türk bırakmıştı. Yunanlılar tarafından potansiyel tehlike olarak görülen Epir bölgesindeki, Selanik ve çevresindeki şehirler ile birlikte adalardaki Müslümanlara karşı yoğun baskı ve yer yer katliamlar yapılmaktaydı. Bu durum yaklaşık on sene sürmüştü.
1922’de Yunan Ordusu‘nun Anadolu’dan mağlup ayrılmasının ardından artık Anadolu’da can ve mal güvenliğini kaybettiğini düşünen 1,069,957 Anadolulu Rumun Yunanistan’a göç etmesiyle göçmenleri boş arazi ve evlere yerleştirme sorununun baş gösterdiği Yunanistan’da, Anadolu’dan gelen göçmenler Müslümanları evlerinden çıkarmaya ve onların evlerine yerleşmeye başlamıştı. Rum göçmenlerin barınması için gerekli arazi ve evlerin bir kısmı Müslümanların Türkiye’ye gitmesiyle sağlanacaktı. Hem Yunanistan’daki hem de Türkiye’deki azınlıkların sorunlarının daha da artması üzerine Lozan şehrinde barış anlaşmasının hazırlığı için görüşmelerin başladığı dönemde 30 Ocak 1923 tarihinde Türkiye ile Yunanistan arasında mübadeleyi öngören sözleşme imzalandı.
Anlaşma:
Mübadeleye tabi tutulan Müslüman mültecilerin bir kısmı.
Sözleşme 19 maddeden oluşuyordu. Sözleşme gereği 1 Mayıs 1923 tarihi itibariyle Türkiye topraklarındaki Rum/Ortodoks nüfus ile Yunanistan topraklarındaki Türk/Müslüman nüfus arasında zorunlu göç uygulaması şarta bağlanmış oluyordu.
Mübadeleye tabi tutulmayacak olanlar sözleşmenin 2. maddesinde belirtildiği üzere Batı Trakya Türkleri ile İstanbul Rumları idi.
3. madde ile 18 Ekim 1912 tarihinden itibaren yerlerinden göç etmiş olanlar da mübadele kapsamına alınıyordu.
6. ve 7. maddelere göre göçe tabi tutulanlara her iki hükümette gereken kolaylığı gösterecek, mübadil kişi terk ettiği ülkenin vatandaşlığından çıkacak yeni geldiği ülkenin vatandaşlığını alacaktı.
5. maddeye göre mübadillerin mülkiyet haklarına hiçbir zarar verilmeyecekti. 8. maddeye göre ise mübadiller her çeşit taşınır mallarını hiçbir vergiye tabi olmadan yanlarında getirebileceklerdi.
9. maddeye göre mübadillerin geldikleri yerde bırakmış oldukları mallar Karma Komisyon tarafından tasfiye edilecekti. Bu madde 18 Ekim 1912’den sonra yerlerinden ayrılanları da kapsayacaktı.
11, 12 ve 13. maddeler sözleşmenin uygulamasını üstlenecek karma komisyonun kurulması ile ilgiliydi. Karma Komisyonun sözleşmenin yürürlüğe girdiği tarihi izleyen bir ay içinde kurulması öngörülüyordu.
14. maddede göçmenlere yeni geldikleri ülkede geride bıraktıkları mallara eş değer nitelikte ve değerde mal verileceği belirtilmişti.
15, 16, 17 ve 18. maddeler ise tarafların Karma Komisyona karşı yükümlülükleri, mübadelenin gerçekleşmesi sırasında sağlanacak kolaylıklar, mübadeleye tabi olacak kişilere duyuru yapılması, sözleşmenin yürürlülüğünün emniyete alınması için her iki hükümetin yapacağı yasal değişiklikler yer almıştır.
Karma Komisyon:
Sözleşmenin 11. maddesin azınlıkların mübadelesini denetleyecek, mallarına değer biçmek ve bu malları tasfiye etmek üzere bir Karma Komisyonun kurulmasını ön görmekteydi.
Komisyonun dört üyesi Türkiye hükümetini, dördü Yunanistan hükümetini temsil edecek, geriye kalan üç üye ise 1914-1918 Birinci Dünya Savaşına katılmamış ülkelerin Milletler Cemiyeti tarafından seçilecek temsilcilerinden oluşacaktı.
Karma Komisyonun merkezi 8 Ekim 1923’den 21 Haziran 1924’e kadar Atina, bu tarihten sonra tasfiye edilene kadar ise İstanbul’du.
1923-1926 arası Karma Komisyonun tahsis ettikleri ile Türkiye’ye gelen mübadil sayısı 355,635 idi. Bu sayıya kendi ulaşım olanaklarıyla Yunanistan’dan ayrılıp Türkiye’ye gelenler dahil değildir. 1921-1928 arası Türk hükümetinin iskan ettirdiği mübadil sayısı 463,534 kişidir. 1912-1914 arası Balkan Savaşı sonrasındaki süreçte Yunanistan’dan gelen göçmen sayısı ise 125.000 dir. Adana, Edirne, Balıkesir, İstanbul, Bursa, Tekirdağ, Kırklareli, İzmir, Kocaeli, Manisa, Çanakkale, Mersin, ve Samsun gibi iller Yunanistan’dan gelen mübadillerin en yoğun olarak yerleştirildiği illerdir.
1928 genel nüfus sayımına göre Yunanistan’daki göçmen nüfus 1,221,849 idi. Bunun 1,104,216 sı Türkiye’den, geri kalanı ise diğer ülkelerden gelmiştir.
Türkiye’de mübadil yerleşim yerleri:
1923 ile 1927 yılları arasında illere göre iskan edilmiş mübadil sayıları.[6] | ||||||||||
İl | Mübadil sayısı | İl toplam nüfusu (1927) [7] | %si | |||||||
Adana | 8,440 | 227.718 | 3.71 | |||||||
Çanakkale | 11.638 | 181.753 | 6.40 | |||||||
Isparta | 1.175 | 144.437 | 0.81 | |||||||
Mersin | 3.330 | 119.107 | 2.80 | |||||||
Afyon | 1.045 | 259.377 | 0.40 | |||||||
Cebeli Bereket | 2.944 | 107.694 | 2.73 | |||||||
İstanbul | 36.487 | 794.444 | 4.59 | |||||||
Muğla | 4.968 | 175.390 | 2.83 | |||||||
Aksaray | 3.286 | 127.031 | 2.59 | |||||||
Çorum | 1.570 | 247.926 | 0.63 | |||||||
İzmir | 31.502 | 526.065 | 5.99 | |||||||
Niğde | 15.702 | 166.056 | 9.46 | |||||||
Amasya | 3.844 | 114.884 | 3.35 | |||||||
Denizli | 2.728 | 245.048 | 1.11 | |||||||
Kars | 2.512 | 204.846 | 1.23 | |||||||
Ordu | 1.248 | 202.354 | 0.62 | |||||||
Ankara | 1.651 | 404.720 | 0.41 | |||||||
Diyarbakır | 484 | 194.316 | 0.25 | |||||||
Kastamonu | 842 | 336.501 | 0.25 | |||||||
Samsun | 22.668 | 274.065 | 8.27 | |||||||
Antalya | 4.920 | 204.372 | 2.41 | |||||||
Edirne | 49.441 | 150.840 | 32.78 | |||||||
Kayseri | 7.280 | 251.370 | 2.90 | |||||||
Şanlıurfa | 290 | 203.595 | 0.14 | |||||||
Artvin | 46 | 90.066 | 0.05 | |||||||
Elazığ | 2.124 | 213.777 | 0.99 | |||||||
Kırklareli | 33.119 | 108.989 | 30.39 | |||||||
Şebinkarahisar | 5.879 | 108.735 | 5.41 | |||||||
Aydın | 6.630 | 212.541 | 3.12 | |||||||
Erzincan | 116 | 132.325 | 0.09 | |||||||
Kırşehir | 193 | 126.901 | 0.15 | |||||||
Sinop | 1.189 | 169.965 | 0.70 | |||||||
Balıkesir | 37.174 | 421.066 | 8.83 | |||||||
Erzurum | 1.095 | 270.426 | 0.40 | |||||||
Kocaeli | 27.687 | 286.600 | 9.66 | |||||||
Sivas | 7.539 | 329.551 | 2.29 | |||||||
Bayazıt | 2.856 | 104.586 | 2.73 | |||||||
Eskişehir | 2.567 | 154.332 | 1.66 | |||||||
Konya | 5.549 | 504.384 | 1.10 | |||||||
Tekirdağ | 33.728 | 131.446 | 25.66 | |||||||
Bilecik | 4.461 | 113.660 | 3.92 | |||||||
Gaziantep | 1.330 | 215.765 | 0.62 | |||||||
Kütahya | 1.881 | 302.436 | 0.62 | |||||||
Tokat | 8.218 | 263.063 | 3.12 | |||||||
Bitlis | 3.360 | 90.631 | 3.71 | |||||||
Giresun | 623 | 165.033 | 0.38 | |||||||
Malatya | 76 | 306.882 | 0.02 | |||||||
Trabzon | 404 | 290.303 | 0.14 | |||||||
Bolu | 194 | 218.246 | 0.09 | |||||||
Gümüşhane | 811 | 122.231 | 0.66 | |||||||
Manisa | 13.829 | 374.013 | 3.70 | |||||||
Van | 275 | 75.329 | 0.37 | |||||||
Burdur | 448 | 83.614 | 0.54 | |||||||
Hakkari | 310 | 24.980 | 1.24 | |||||||
Maraş | 1.143 | 186.855 | 0.61 | |||||||
Yozgat | 1.635 | 209.474 | 0.78 | |||||||
Bursa | 34.543 | 401.595 | 8.60 | |||||||
Hatay | 1.037 | – | ||||||||
Mardin | 200 | 183.471 | 0.11 | |||||||
Zonguldak | 1.285 | 268.909 | 0.48 | |||||||
Türkiye | 463.549 | 13.648.270 | 3.40 |