Selçuklu Sultanı IV. Rükneddin Kılıç Arslan ile Fatma Hatun’un kızı, İlhanlı Abaka Han’ın gelini, Argun Han’ın eşi; Anadolu Evliyası Kadın, Erzurum Sultanı, Tokat, Amasya, Çankırı ve Niğde Valisi (1312-1325).
HÜDAVEND HATUN
(Anaerkil-Kam İlk Kadın Vali)
Türk mitolojisi ve İslam öncesi Türk ikonografisinin birçok unsurunu barındıran Niğde’deki Hüdavend Hatun Türbesi, Selçukluların hükümdarlık sembolü olan çift başlı kartal, aslan, insan başlı huma kuşu gibi figürleriyle dikkati çekiyor.. Tür içindeki ve çevresindeki taş kabartmalar; Orta Asya Şaman (Kam) Kültürüne göre, Gök Tanrı Umay Ana’yı simgeleyen şekiller; Yeraltı ve Gökyüzü yolculugunda, insanlara refakat eden kutsal Huma Kuşu şeklinde, koruyucu yaratıkları ve şifa kaynağı pozitif enerji veren ateşin alevinde zikir ve dans eden içsel yolculuğu, iç güçleri çağrıştırmaktadır.
İIhanlı Hakanı Abaka Han’ın onayı ile öldürülen Anadolu Selçuklu Sultanı IV. Rükneddin Kılıç Arslan’ın kızı olan Hüdavend Hatun’un 1312 yılında, kendisi için Niğde’de yaptırdığı türbe, bu çalışmanın konusunu teşkil etmektedir. Babasının ölümünün ardından, 1276 yılında İlhanlı Sarayı’na Abaka Han’ın gelini olarak giden Hüdavend Hatun, eşi Argun Han’ın ölümünden (1291) sonra, yurda dönmüş ve Anadolu Selçuklu Devleti’ni yıkılışa götüren olaylara tanıklık etmiştir. Anadolu Selçuklularının tarih sahnesinden çekildiği günlerde inşa ettirdiği sekizgen prizma gövdeli, piramidal külahlı, yüksek kaideli türbesi, mimari kuruluşu ve bezemeleriyle; Ahlat ve Anadolu’nun farklı yerlerinde bulunan Selçuklu mezar taşları ve türbeleri yanı sıra; Türk Mezar Mimarisi’nin benzersiz örneklerindendir. Niğde’de bezemesiz olarak inşa edilen Sungur Bey Türbesi’ne mimari kuruluşuyla örnek teşkil eden Hüdavend Hatun Türbesi’nin imge ve simgelerle yüklü farklı konu ve içerikli figürlü yüksek kabartmaları bulunmaktadır. Kıvrımlı dallar arasına ve bitki saplarına işlenmiş çok sayıda kabartma insan maskına ilk kez bu yapıda rastlanmaktadır. Türbenin kuruluşunda hemen hemen tüm kültürlerde cennetle ilişkilendirilen sekiz sayısının temel alındığı ve türbenin titizlikle ana, ara ve ikincil ara yönlere uygun olarak konumlandırıldığı, hatta biçimlendirildiği görülmektedir. Bu tasarım tam bir mandala olarak dikkat çekmektedir. Kasnaktaki yanağına gözünden akan bir damla yaşla tasvir edilmiş Hüdavend Hatun’u simgeleyen taçlı kadın başı ve hemen yanındaki aslan kabartması türbenin bir hanedan üyesine ait olduğunu ilan etmektedir. Cenazelik katı gizlenmiş yapısı, Pencere ve portal düzeni, cepheleriyle bütünleşen kasnak yüzeyleri ve değişik içerik ve anlamlarda kullanılmış zengin çeşitlilikteki bezemeleri ile Niğde Hüdavend Hatun Türbesi, Anadolu Selçuklularla Moğolların ortak eski kültürlerinden gelen imge ve simgeleri çağının teknik ve sanatsal özellikleriyle yepyeni bir yorum ve uslûpla bütünleştirerek anlam bütünlüğü yakalamış öncülü ve tekrarı olmayan özgün bir mimari eserdir. Bu çalışmada, Anadolu Selçuklularının iyice çöküşe geçtikleri ve tarih sahnesinden çekildikleri bir zaman diliminde yaşayan Selçuklu Sultanı IV. Rükneddin Kılıç Arslan ile Fatma Hatun’un kızı HÜDAVEND HATUN’un tarihi kimliği ele alınmakta ve istediği biçimde varlık bulabilmesi için sağlığında yaptırdığı türbesinin mimari kuruluş ve bezemelerinde anlam aranmaktadır.
Kaynak: Canan Barla, www.dursunozden.com.tr
Şiir nedir? Şair kimdir?
Dursun ÖZDEN (Şair)
Yazılı edebiyat öncesi şiir söyleyen ve ezbere şiir okuyan halk ozanlarını iki ezellikte tanımlamak gereklidir. 10 bin yıldan bu yana; cemde, cenkte, hasatta, nevruzda, bayramda, düğünde, toyda, otağda, kapalı ve açık alanlarda, kahve ve sokaklarda saz ile söz ile destan okuyan, atışan ve hiciv yapan halk ozanları yanı sıra; sözlü edebiyatımızda kültürel taşıyılık görevi üslenen kadın ozanların söylediği ağıt, mani, ninni, kına gecesi türküsü, göç ve ayrılık ezgisi, taşlama, mevlüt, ilahi, tasavvufi, destan, koçaklama, yiğitleme ve sevda türkülerini; aruz vezinli divan tarzında, halk müziği özelliğinde ve serbest dalda söyleyen ve yazan şair-ozanlarımıza selam olsun!..
Şiir; karınca ile cırcır böceğinin, semada semah dönmesidir.
Şiirin dili; içsel çığlık. Yalınlık; şiirin rahvan yürüyüşü. İmge; şiirin gölgesi. Türkuvaz; şiirin göğü. Şiirin ritmi; iki nota arasındaki son durakta yapılan kam dansı-zikir. Suç sayılan ve yakılan şiir; ‘görüldü’ damgalı son mektubun, ‘gereği düşünüldü’ kararı ile kırılan kalemdir. Yoleri Gezgin Ozan Özden; şiir dünyasındaki sessiz çığlığa yönelen, Anadolu’nun yeni şiir dilini yaratan ve özgün yazım-söylem tekniği ile; ‘Dursun hiç durmasın diye’ şiir coğrafyasında keşfedilmeyi bekleyen manzum hikayeleri, oya gibi işleyen ve duygu atölyesinde-şiir çeliğine tavında su veren, demirci ustasıdır.
Şiir (ar. si’r, fr. poésie, ing. poem), en eski edebiyat türüdür. Değişik sanat anlayışlarına bağlı olarak çeşitli tanımları yapılmış, şiirin tanımlanamayacağı da öne sürülmüştür. Yine de genelde, şiirin ritime ve imgeye dayanan, kendine özgü dili ve söyleyiş özelliğiyle estetik etkilenmeler yaratıcı bir söz sanatı olduğunda birleşilmektedir.
Türkçede şiir karşılığı “koşuk, yır, özün” gibi sözcükler önerilmişse de hiçbiri yaygınlaşamamıştır. Bugün “koşuk, nazım”karşılığı kullanılmaktadır. Ayrıca nazımla şiiri birbirine karıştırmamak gerekir. Birincisi yalnızca bir anlatım yoludur. Geçmişte şiirin uyak, ölçü, nazım biçimleri gibi biçimsel özelliklerden ayrı düşünülemeyişi şiirle nazmın eş anlamlı sayılmasına yol açmış, giderek şiir «mevzuu ve mukaffa (ölçülü ve uyaklı) bir söz sanatı» olarak tanımlanmıştır. Günümüzde bu anlayış aşılmıştır.
Şair; korkmayan, sönmeyen, susmayan, kaymayan, satılmayan, aykırı, uçuk, delice, çılgın, sevdalı, yasaksız, vefalı, insancıl, açlık-göç-yoksulluk-adaletsizlik-sömürü-baskı-işkence ve zulme karşı direnen, kalemi-sabanı, yoldaşı-can dostu, postu ve avazıyla savaşım veren, özüne ve sınıfına yabancı-yalancı-yalaka-yaramaz-gaddar-nankör-fırıldak-şeytan-firavun-zalimlerle savaşan, sınır tanımaz, özgür düşlerin ardına düşen, mavi ve beyaz yakalı, yaşama dokunan, okuyan, yazan, gezen, tozan, soran-sorgulayan, doğayı ve çevreyi koruyan, köyün delisi, kimsesizin kimsesi, şakıyan, öptükçe ağlayan, ağız dolusu gülendir. Sümerli öğretmen şair Ludingirra’nın izinde, Simyacı-kimyacı, hoşgörülü, sevgisi sebil, yoksul ama gönlü varsıl, umut ve ütopyasını yitirmeyen, ‘hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ sözünden şaşmayan, dünyanın aydınlık yüzü, hakları ve sorumlulukları olan çağdaş-devrimci bir derviştir şair…
Şair ya da ozan, şiir yazan veya söyleyen kimsedir. Şair kelimesi Arapça‘dan gelir; doğaüstü güçlere sahip, deli, kâhin gibi anlamlar da yüklenmiştir.
Şair öncelikle bir yazın insanıdır. Şiir yazan ve söyleyen kişidir.İlkçağlardan günümüze kadar toplumun ileri gelenlerinden, bilici ve sözcü olduğu için toplumun kutsadığı, toplumun ortak duygu ve duyarlıklarının kaynağı olarak görülen ilerici ve dönüştürücü bir kişidir. Ortak duyarlıklar ve değerler toplumdan topluma değişeceği için şairlere evrensel özel değerler yüklemek doğru olmayabilir. Yine de şair kendi toplumunda düşünen, güzel söz söyleyen ve sözü dinlenen bir kişi olarak kabul ve saygı görmüştür..
Şairin toplumdaki işlevi ilkel çağlarda daha keskin çizgilerle belirlenmiş iken günümüzde belirli bir şair rolünden söz etmek daha zordur. Bunun nedeni düşüncenin ve sözün yerini alan yeni değerlerdir diyebiliriz..
Şair yaşadığı dünyayı, olayları ve insanları herkesten farklı algılayan bir kişidir ya da olmalıdır. İzlenimlerini halka aktarırken diğer sanatçılar kadar rahat değildir çünkü ne günlük konuşma dilini kullanabilir ne de düzyazı tekdüzeliğini. Şairin dili diğer tüm yazın türlerinin dilinden üstün ve zahmet vericidir. Sadece kitaplarla değil, internet ile de geçmişin usta şairleri ve günümüzün şairleri okuyucularına ulaşmaktadırlar.
Yazın alımlarından en sonuncusu serbest şiir akımı iyiden iyiye özgürlükçü şiir ve şair kavramına kavuşmuştur. Şair, gerek insana, gerek doğaya, gerek olgu ve olaylara daha farklı ve duyarlı, sezgisel ve derinlikli bir açıdan bakan; bunu, bu ayrıcalıklı statüsünün bir sonucu olarak, en etkili ve dolaysız belirtme biçimi olarak, uyumlu ve yüklü mısralarla dile getiren kişi diye nitelenmiştir. Şairler şiir yazdıklarında genelde duygu ve düşüncelerini o şiire katmak isterler. Şairlik taslayan, kendini şair sanan kimselere, genellikle alay yollu olarak “müteşair” veya “teşaur” denir. Her iki kelime de Arapçadan Türkçeye geçmiştir.
Şiir nedir ve ne değildir?
Edebî türlerin en eskisi olan şiir, insanlık tarihi boyunca duygu, düşünce ve hayalleri etkili biçimde anlatmanın bir yolu olmuştur. Şiirin edebî tür olarak en önemli özelliği, özel bir anlatım diline sahip olmasıdır. “Şiir dili” olarak adlandırılan bu özel dil, gündelik dilden farklı, çok anlamlı ve katmanlı bir yapıya sahiptir. “Sembol ve mecazlara dayalı bir anlatım dili”, “ahenkli bir ses akışı” ve “duygu yoğunluğunu öne çıkaran söyleyiş” gibi özellikler, şiiri diğer edebî türlerden farklı kılar. Her dönemin kendine özgü bir sesi, söyleyişi ve dünyaya bakış tarzı olduğu için şiir de tarih içinde farklı dönemlerde, farklı özellikler göstermektedir.
Türk şiirinin tarihi, İslam öncesinde dinî törenlerde söylenen şiirlere kadar uzanır. İslamiyet’in kabulüyle birlikte aruz vezniyle yazılan ve kendine özgü bir benzetmeler dünyası olan Divan şiiri, edebiyat tarihimizde uzun süre varlığını sürdürür.
Hece vezniyle yazılan ve halk zevkine hitap eden halk şiiri, Türkçenin konuşulduğu bütün coğrafyalarda söylenmeye devam etmektedir. İslamiyet’le birlikte tasavvuf düşüncesinin de Türk şiirine önemli etkileri olmuş, bu düşünceleri yansıtan bir şiir geleneği de oluşmuştur.
Yaklaşık altı yüz yıl varlığını sürdüren Divan şiiri, Tanzimat Dönemi’nden itibaren yerini yavaş yavaş farklı şiir anlayışlarına bırakmıştır. Batılı şiir anlayış ve akımlarının etkisiyle yeni nazım şekilleriyle şiirler yazılmış, şiirin içeriğinde ise önemli değişimler yaşanmıştır. Şiirin içeriğini değiştiren Tanzimat şairlerinin ardından,Servet-i Fünûn Dönemi’nde şiirin estetik yapısına önem verilir.
1910’larda hece vezni, sade Türkçeyle söyleyiş ve millî konular şiire hâkim olur ve bu şiir eğilimi Cumhuriyet’in ilanından sonra da devam eder. 1940’larda şiirin dili değişmeye başlar ve sıradan insanın dertleri şiirin merkezine taşınır. Gündelik konuşma diline dayanan bu yöneliş, 1950’lerin sonuna doğru ortaya çıkan imgeci şiiri anlayışı ile etkisini kaybeder. Türk şiiri 1960’lardan günümüze hem tarih içinde kazandığı değerler hem de yenilikçi arayışlarla çok farklı ses ve söyleyişlere sahne olur.
Şiir; şekil özellikleri bakımından nazım birimi, vezin, kafiye, redif ve ses tekrarları gibi unsurların birleşmesiyle oluşur. Mecazlar, edebî sanatlar, imgeler, sembol ve imaj gibi unsurlar ise şiirin anlam katmanlarını tamamlar. Bütün bu şekil ve anlam unsurları şiir denen bütünü oluşturur ve şiir bunların bir toplamı olarak ortaya çıkar. Bu sebeple şiir denilen yapı bunlardan birisine indirgenemez.
Didaktik Şiir
Didaktik (fr. didaktique, os. talimî), öğretici demektir. Amacı bilgi vermek olan edebiyat ürünleri bu sözcükle nitelenir. «Tâlimi Edebiyat», «Öğretici Edebiyat» da aynı anlamdadır. Başlangıçta bu bölümleme yalnız şiir için söz konusuydu. Edebiyat türü olarak yalnız şiir vardı. Dualar, dinsel amaçlı metinler kolay akılda tutulabilmesi için şiir biçiminde yazılıyordu. Türklerin gelişimi sonucu didaktik terimi tiyatro, öykü, roman için de kullanılmıştır. Dinsel şiirlerin yanısıra Aisopos’un hayvan öykülerini (fabl) de didaktik yapıtların ilk ürünleri arasında sayabiliriz.
Türk edebiyatında didaktik yapıtların ilk örnekleri olarak Turfan kazılarında bulunan Uygur metinlerini gösterebiliriz. Eski şaman duaları da bu türe sokulabilir. Nitekim elimizdeki Uygur metinlerinin çoğu da dinsel nitelik taşımaktadır. Reşit Rahmeti Arat, Eski Türk Şiiri adlı yapıtında ele geçen metinleri «Mani, Burkan ve İslam» çevrelerinde yazılanlar olarak üç bölümde toplamaktadır. Şiirlerin amacı yeni kabullenilen dinlerin ilkelerini öğretmektir. Bir bölüğü ise doğrudan doğruya duadır. Daha sonraYusuf Has HacipKutadgu Bilig, Edip Ahmet Atebetü’l-Hakayık’la türün en iyi örneklerini verirler. Orta Asya döneminde Ahmet Yasevi Hikmet’leri de didaktik yapıtlar arasına girer.
Türk edebiyatının Anadolu’daki gelişimi başlangıçta didaktik bir nitelik taşır. Özellikle Anadolu’ya gelen derviş’ler Tasavvufla beslenen ve kimi tarikatların ilkelerini yaymayı amaçlayan bir şiirin gelişmesine yol açarlar. XIII. yüzyıl Anadolusunda yazılmış yapıtların hemen hepsi öğretici niteliktedir. Bunlar arasında en ünlü örnek olarak Mevlana‘nın yapıtları gösterilebilir. Ama Farsça oluşları öğreticilikte güdülen amacın gerçekleşmesini önler. Sonradan yapıtlarının birçok çevirisinin yapılması, şerh edilmesi de bu niteliğinden ötürüdür. Eskilerin deyimiyle talimî bir nitelik taşıyan Mesnevi’si başlıbaşına ders olarak, günümüzde lisans öğretimi dediğimiz biçimde okutulmuştur.
Bu dönemde Türkçe yazılmış yapıtların başlıcaları olarak da Ahmet Fakih’in Çarhnâme’si, Aşık Paşa’nın Garipnâme’si, Yunus Emre‘nin kimi şiirleri,Gülsehrî‘nin Mantıku’t-Tayr’ı sayılabilir.
Osmanlı dönemi Türk edebiyatında dinsel ve tasavvufî amaçlarla yazılmış yapıtların didaktik bir nitelik taşıdıklarını söylemek yanlış olmaz. Ahmediyye, Muhammediyye gibi yapıtlar, Kabusname benzeri ahlak kitapları, Nabi‘nin Hayriyye’si öğretici bir amaca dayanırlar.
Tanzimat‘tan sonra ise öğreticiliğin alanı büsbütün genişler. Edebiyatın toplumu, insanları eğitmek için bir araç olduğu düşüncesi yazarları, sanatçıları bu yolda ürün vermeye iter. İlk çeviri roman olan Telemak bile öğretici niteliğinden dolayı Türk okuruna sunulur.Edebiyat-ı Cedide ise, bu anlayışa tepki olarak doğar.
Günümüzde edebiyat yapıtının öğretici olup olmaması sorunu tartışma konusu olmaktan çıkmıştır. Ancak çocuklar için yazılan yapıtlarda sanat kaygusunun yanısıra, öğreticilik de gözetilmektedir.
«Şayet» isimli didaktik bir şiir örneği:
“Ömrünü vakfettiğin işin mahvolduğunu
Görüp de hiç yılmadan işe baştan başlarsan
Yüz oyunluk kazancı bir oyunda kaybedip
İstifini bozmadan metanetle başlarsan
Aşka esir olmadan âşık olup da eğer
Her zaman hem kuvvetli hem de müşfik olursan
Sana kin güdenlere vermeden hiçbir değer
Kin gütmeden kimseye sen kendini korursan
Safdilleri kandırıp kurmak için bir tuzak
Sarfettiğin sözlerin hainlerin ağzından
Bambaşka bir şekilde tekrarını duyarak
Omuz silkip geçersen üzerinde durmadan
Hiçbir zaman şüpheci ve yıkıcı olmadan
İnceler ve öğrenir, düşünür ve anlarsan
Kontrolü hiçbir zaman elinden bırakmadan
Bir mütefekkir gibi hülyalara dalarsan
Bütün kabahatleri sana yükleyerekten
Bir faniye kapılıp herkes telâş ederken
Kendine hâkim olup soğukkanlılıkla sen
İtidalini eğer muhafaza edersen
Milleti unutmadan krallarla gezersen
Halkla temas edersen vakarını bozmadan
Kayırmadan birini dostlarını seversen
İncitmezse seni ne bir dost ne bir düşman
Bir felâketten sonra zaferle karşılaşıp
Bu iki hilekâra fazla kıymet vermeden
Bozmadan istifini hep aynı gözle bakıp
Tebessümle karşılar şayet gülüp geçersen
Ecelle vâki olan nihaî buluşmayı
Ayıran son dakkayı koşarak bitirirsen
Ab-ı hayatla dolu ömür denen kupayı
Sevinçle ve kedersiz tüketip yitirirsen
Talihi ve zaferi, şahları, ilâhları
Sadık köleler gibi hep yanında bulursun
Fakat hepsinden mühim olanı şu ki…
Oğlum sen o zaman hakikî, tam bir insan olursun.”
(Rudyard KIPLING)
Dramatik Şiir
Dramatik Şiir, acıklı ya da korkunç bir konuyu anlatan şiir; insanın gözünün önünde tiyatro gibi konuyu canlandırabilen şiir; opera için yazılan manzum dramlardaki şiir. Batı edebiyatında Corneille, Racine, Shakespeare; bizim edebiyatta Namık Kemal, Abdülhak Hamit Tarhan, Faruk Nafiz Çamlıbel dramatik şiirin en güzel örneklerini verirler.
«Eşber»den bir parça:
“Halketsem esirlerle leşker,
Mahveylesem ordularla asker,
Olsa bana hep mülûk çâker;
Cinsince o iktidar münker,
Fevkimde uçar tuyûr-u kemter!
Âvâze-i dehr iken tanînim,
Gördüm ana değmiyor enînim;
Milletlere karşı âhenînim;
Bir âfete karşı nazenînim.
Afetse de ey ilâh göster!
Bilmem bana ân mı, şân mı lâzım?
Gülbün mü ya kehkeşân mı lâzım?
Âguuş-u vefâ-nişân mı lâzım?
Bir pençe-i hun-feşân mı lâzım?
Canan mı güzel, cihan mı hoş-ter?”
(Abdülhak Hâmit TARHAN).
Epik Şiir
Epik kelimesi Yunanca kelime, konuşma, hikâye, şarkı, kahramanlık şiiri mânasına gelen epos kelimesinden türemiştir. Batı edebiyatında başlıca örnek olarak İlyada ve Odise kabul edilir. Vergilius’in Aeneid adlı eseri Homeros’in tam bir taklididir. Batı ortaçağında Vergilius tesiri Homeros geleneğini canlı tutmuştur. Fakat ortaçağ yazarları klasik modellerin dışında epik eserler de vücuda getirmişlerdir. Beowulf, Roland’ın şarkısı. Daha sonra yazılan bu nevi eserlerde (meselâ Cameons’un Luziat, Tasso’nun Kurtarılmış Kudüs, Milton’un Kaybolmuş cennet) bu gelenek devam ettirilmiştir.
Epiğin çeşitli tarifleri yapılmıştır. Bunların hepsinde ortak olan noktalar şunlardır: Epik yahut destan manzum olarak yazılan uzun bir hikâyeye dayanır. Epik şiirin başka bir özelliği günlük hayatı aşmasıdır. Alelade teferruat, hayatın parçasını teşkil ettiği derecede önem ve değer kazanır. Bununla beraber aslî kahraman düz bir ovada tek bir dağ gibi yükselmez. Kendi çapında arkadaşları, düşmanları vardır. Destan için tabiî yahut uygun olan çevre genellikle büyük hadiselerin cereyan ettiği bir yer veya devir olarak düşünülür: O çağlarda, o günlerde devler varmış. Yakın çağ bir epik için nadiren elverişli bir konu olur. Camoens’in muasırı Tasso kendi epiğini Haçlılar devrine yerleştirir. Roland destanının yazarı ise Şarlman devrini esas alır. Epik şairler hemen daima efsaneyi tarihin bir dalı olarak kabul etmişlerdir.
Genellikle zaman ve mekânda uzaklık epik şiirin bariz bir alâmeti olur. Bu uzaklık epik eserin malzemesinin serbest bir şekilde işlenmesini mümkün kılar. Roland şarkısında basit bir mübareze, eserin mâna dolu merkezi haline gelir. Epikle ilgili nazariyede tabiatüstü varlıkların müdahelesine büyük yer verilir. Bunun sebebi Homeros ve Vergilius’in eserlerinde ilâhların büyük yer işgal etmesidir. Tabiatüstü varlıklar adeta destanın vazgeçilemez öğeleri telakki edildiği için Camoens bile XV. yüzyıla ait olan epik eserinde klasik ilâhlara büyük yer verir. Epik azametin zirvesine yükseldiği Kaybolmuş cennet’te Âdem ile Havva hariç bütün karakterler tabiatüstü varlıklardır. Malzemeyi işleyişte şairin hürriyeti sınırlıdır, zira dinleyicisi hikâyeyi bilmektedir ve esasa ait değişikliklere karşı koyacaktır. Epik, geleneklik hikâyeciliğin gelişmiş şeklidir; gelişmesi boyunca, kahramanlar ve işleri, insanlar arasındaki şöhretlerini yüceltme gayesiyle seçilmiştir. İcat, gerilimin kaydırılması, süsleme, teferruattaki değişmelerle sınırlandırılmıştır. Şairin gücü, yeni bir hikâye meydana getirmeğe değil, meşhur bir hikâyeden bir epik çıkarmağa hasredilmiştir.
Epik şekil ayrıca son derece geleneklikdir; basmakalıp özellikleri bol bol kullanır.
Epik adı bazan yukarda anlatılan şiirlere de verilmiştir. Dante‘nin. îlâhî komedi’sine epik denmiştir. Bu şiirin kahramanı yoktur. Aslî karakteri birinci şahıs olarak konuşan şairin kendisidir. Ayrıca hikâyeyi teşkil eden şairin seyahati, öldükten sonra gideceğimiz dünyanın anlatılmasıdır. Seyahatin epik münasebetleri vardır. Kahramanın cehenneme inişine dair olan epik oyuna dayanır ki Dante bunu kendine aktarmış ve Araf ile cennete nakletmiştir. Böylece epik geleneğin bir episodik özelliği bütün bir şiir olmuştur. İlâhî komedi’nin ölçüsü, üslubu ve ağırlığı, yazarların onu epik diye adlandırmalarına sebep olmuştur. Bazı uzun didaktik şiirler de (Hesiod’un Works and days); hatta kahramanlık ölçülerindeki mensur eserler de epiğe uygunlukları dolayısıyla epik diye adlandırılmışlardır.
Sözlü destan ile yazılı destanlar arasındaki fark belirtilmemiştir. Birinciler anonimdir ve anlaşıldığına göre sadece eğlendirme maksadı güderler, medeniyetin ilk safhalarını aksettirirler (İliad, Aeneid). Yapı olarak, epik, yeknesak mısralarla verilir. Deyimler, değişmeyen sıfatlar dolambaçlı söz ve tabirler tekrarlanan formüller bakımından zengindir; konuşmaya geniş yer verilir. Aksiyon kısa bir süreyi içine alır, diğer yıllar hikâye edilir (Odysseia’nın Phaeacian sarayında anlattığı gibi) veya aksiyon, birkaç mısrada tamamlanan fasılalarla birkaç sahnede yoğunlaştırılır. İlyada 49 günü içine alır, 21 i birinci kitaptadır.
Beowulf’un birinci bölümü beş gündür; ikinci bölümün büyük kısmı bir günde geçer. İlyada’da teşbihler çoğunlukla mütevazi hayattan alınmışsa da aslî temler prenslerin ve arkadaşlarının savaş sahalarındaki ve saraylardaki (ki buralarda ziyafet, çalgı ve içki çoktur) maceraları, kahramanlıkları ve ıstıraplarıdır. Harp, genellikle epik hayat tarzının merkezidir.
Avrupa dışı epikler de aynı özellikleri gösterir. M.Ö. III. yüzyıl sonlarına doğru Akad epiği Gılgamış ortaya çıkmıştır ki 3000 mısraı bize intikal etmiştir. Az sonra Enuma Elish (ilk kelimelerine göre adlandırılmıştır) çıkar, onun da hemen hemen bin mısraı mevcuttur. Daha önceki Sümer epik hikâyeleri de kahraman Gılgamış’ın yeraltı dünyasına seyahatini, tanrılar ve kahramanlarla savaşlarına dair hikâyeleri anlatır.
Daha sonraları M.Ö. 500 de iki büyük Hint epiği gelir. Efsanevî Vyasa’ya atfedilen Hindistan’ın millî epiği Mâhâbârata çeşitli şairler tarafından yapılan ilâvelerle Odysseia’nin ve İliad’ın 8 misline yükselmiştir. Tanrılara (bilhassa Krishne) dair hikâyelerinde ve Barata kral ailesi hikâyelerinden, klasik Hint dramı konuları çıkar, hikâyeler hâlâ Hint köylerinde söylenir ve birçoğu filme alınmaktadır. Şair Valmiki’nin Ramayana’sı da aynı derecede meşhurdur. Eserde sürgündeki kral Rama doğu şeytanlarını yener. Bu hikâyelerin altında, bazı âlimler güneye doğru Aryan istilâsının ve tarımlaşmanın başlangıcına dair Hint mitinin izini bulurlar.
Puranas, daha küçük Sanskrit epikleridir ki, Vishnu’nun on defa canlanışını kâinatın yaratılışı; Tanrıların soyunu ve kral ailelerinin tarihlerini anlatır. Mit, efsane ve tarihin karışması ve ufak olayları kahramanlık ölçülerine yükseltmeleriyle, Doğu epiği de şahsî romans ve kahramanları, Tanrıların savaşı, mitlerin ve dinin yaratılışı veya daha öğretici maksatlarla – Batı dünyasındakilere benzer. Türk edebiyatında Oğuz Kağan Destanı’ndan başlayarak, Türk kahramanlarının veya göç maceralarının hikâyelerini anlatan destanlar vardır. İslâmi devreye girdikten sonra epik şiirin en mükemmel örneği Mevlid’dir. Geniş mânada epik şiir tarifine dayanarak hikâyeye dayalı mesnevîlerin birçoğunu epik şiir olarak nitelemek mümkündür. 1947 de modern devrin şiiri epik olmalıdır görüşünün savunucusu olanAhmet Kutsi Tecer‘in bu görüşüneAhmet Hamdi Tanpınar katılmaz. Zira ona göre bugünün destanı romandır.
Son devir şairlerinden bir kısmı da şiirlerine destan adını vererek onları kendiliklerinden epik şiire dahil ederlerse de henüz Türkiye’de bu konuyu derinlemesine inceleyen bir araştırma yapılmamıştır.
Yahya Kemal‘in Selimnâme’si epik şiirin bir örneği sayılabilir. Çok kısa olduğu halde, muhtevası ve tekniği itibariyle Tanpınar, Yahya Kemal’in istanbul’u fetheden yeniçeriye gazel’ini «Türk epik şiirinin incisi» olarak niteler ve epik şiiri yukarda anlatılandan daha farklı bir şekilde yorumlar.
«İstanbul’u Fetheden Yeniçeri» için gazel tarzında bir epik şiir örneği:
GAZEL
“Vur pençe-i Ali’deki şemşîr aşkına
Gülbangi asmam tutan pîr aşkına
Ey leşker-i müfettih-ül-ebvâb vur bugün
Feth-i mübîni zâmin o tebşir aşkına
Vur deyr-î küfrün üstüne rekz-i hilâl içün
Gelmiş bu şehsüvâr-i cihangir aşkına
Düşsün çelengi Rûm’un, eğilsin ser-i Firenk
Vur Türk’ü gönderen yed-i takdir aşkına
Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
Fecr-i hücum içindeki Tekbir aşkına”
Lirik Şiir
Lirik (yun. lyrikos, f. lyrique), duyguların coşkun bir dille anlatıldığı şiirlerin genel adıdır. Bireysel duyguların içten geldiği gibi, coşkulu, etkili bir dille anlatılmasına da lirizm denir.
Sıfat olarak «esin dolu, coşkun, içli bir dili bulunan» anlamlarında kullanılan lirik sözü, bu niteliği taşıyan düzyazı ürünleri de niteler. Aynı genellik lirizm için de söz konusudur.
Eski Yunan edebiyatında ozanlar şiirlerini lyra (fr. lyre: lir) denen telli bir sazla söyledikleri için, bu türlü şiirlere lirik denmiştir. Türk edebiyatında da âşık, ya da saz şairi adı verilen halk ozanları şiirlerini hâlâ sazla söylemektedirler.
Lirik şiirde toplumsal mutluluk ya da felâketlerden duyulan sevinç ya da acı gibi ortak duygular; ya da aşk, ayrılık, özlem, ölüm acısı, vb. gibi bireysel duygular anlatılır.
Lirik şiir dünya edebiyatında en çok işlenen ve sevilen şiir türüdür. Batı edebiyatında Rönesans devri ozanlarının (Petrarca, Ronsard, vb.); daha sonra da, ilke olarak içe dönüklüğü benimseyen romantik ozanların (Lamartine, Hugo, Musset, vb.) duygusal ve öznel bir nitelik gösteren şiirleri bu türün başarılı örnekleridir. Lirik şiir, Türk edebiyatında da en çok kullanılan şiir türlerinden biri olmuş; Divan edebiyatında (Fuzuli, Nedim, vb.), Halk tasavvuf edebiyatında (Yunus Emre, vb.), din-dışı Halk edebiyatında (Karacaoğlan, vb.) ve yeni edebiyatta (Yahya Kemal, vb.) bu alanda büyük ozanlar yetişmiştir.
Divan şiirimizden lirizme örnek:
“Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı ahımdan muradım şem’i yanmaz mı
Kamu bîmarına canan devayı dert eder ihsan
Niçün kılmaz bana derman beni bîmar sanmaz mı
Şebi hicran yanar canım döker kan çeşmi giryanım
Uyanır halkı efganım kara bahtım uyanmaz mı
Güli ruhsanına karşu gözümden kanlu akar su
Habibim faslı güldür bu akar sular bulanmaz mı
Değildim ben sana mail sen ettin aklımı zail
Bana ta’neyliyen gafil seni görgeç utanmaz mı
Fuzulî rindi şeydadır hemişe halka rüsvadır
Sorun kim bu ne sevdadır bu sevdadan usanmaz mı?”
(FUZULÎ)
Pastoral Şiir
Pastoral (fr. Pastorale); kır, çoban hayatını, çıplak tabiat güzelliklerini tanıtıp sevdirmek gayesini taşıyan edebî eserlere denir. Şiir roman, hikâye, tiyatro, mektup, makale, seyahat; fıkra; hayrat; sohbet gibi edebî türlerin hepsi pastoral bir görüşle yazılabilir.
Batıda, pastoral şiirlerden doğrudan doğruya tabiat manzaralarını canlandıran idil; karşılıklı konuşma tarzında yazılan pastoral manzumelere eglog denilir. Yunan edebiyatından Theokritos (M.Ö. III. yüzyıl), Lâtin edebiyatından Vergilius (MÖ. 70 – 19) en büyük pastoral şiir örneklerini veren şairlerdir.
“Çeşit çeşit çiçek takmış döşüne,
Çekilir göçleri peşin peşine
Çıkabilsem şu yaylanın başına,
Kuzulu kurbanlı şişeli dağlar.
Erimiş karları, çekilmiş duman,
Açılmış çiçekler, yürümüş çimen,
Hayali kafamda yaşar her zaman,
Başı oylum oylum meşeli dağlar.
Yüce dağlar birbirine göz eder,
Rüzgâr ile mektuplaşır, naz eder,
Gâhi duman burur, gâhi yaz eder,
Dereli, tepeli, köşeli dağlar.”
Klasik ve Modern Şiir Örnekleri
AYSEL GİT BAŞIMDAN
“Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Aysel git başımdan istemiyorum
Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
Dağıtır gecelerim sarışınlığını
Uykularımı uyusan nasıl korkarsın
Hiçbir dakikamı yaşayamazsın
Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Benim için kirletme aydınlığını
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Islığımı denesen hemen düşürürsün
Gözlerim hızlandırır tenhalığını
Yanlış şehirlere götürür trenlerim
Ya ölmek ustalığını kazanırsın
Ya korku biriktirmek yetisini
Acılarım iyice bol gelir sana
Sevincim bir türlü tutmaz sevincini
Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Ümitsizliğimi olsun anlasana
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Sevindiğim anda sen üzülürsün
Sonbahar uğultusu duymamışsın ki
İçinden bir gemi kalkıp gitmemiş
Uzak yalnızlık limanlarına
Aykırı bir yolcuyum dünya geniş
Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki
Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş
Sakın başka bir şey getirme aklına
Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Aysel git başımdan seni seviyorum.”
Örnek: TAHİR İLE ZÜHRE MESELESİ
“Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.”
( Nazım Hikmet Ran )
Farklı bir serbest şiir yazım tekniğine örnek:
“anadol
bolkar kardeleni
mersin, erdemli
dağ çayı, demli
muazzez ilmiye
o muazzam çığ
sürmeli, sümerli
ozan ludingirra ile
erenler dergahı’nda
ve kırkların pınarında
oh! kırk dizelik şiir içtim
çığ olup, o yardan düştüm
yarin asırlık yanağını öptüm
yitik zaman ışığı şavkı tanığım
hey! farkın farkında-gök tengri
ve avrasya toyundan yürekli
o anadolu ekini, bereketli
ateşli atların yılkı aşkı
düşistanlı, atlantisli
otağı altın direkli
on bin yaşında
körpecik tığ
sevi gülü
sümerli
sürmeli
ilmiye çığ
ateş mahkumu
çılgın tanrı ala şafak
ilk aşk, ilk günahtı lilith
midas ahraz kulak küpeli
şifacı, kutsal şaman ana
kınalı ak eli yazılıkaya
kibele’nin sağalttığı
gömütlükte dirilen
prometheus ak
ölüme yatan
kan içen toprak
sonsuz ve zamansız
yitik uygarlığın anası
ata-yolu
ana-yurdu
kemal kızı
hitit güneşi
aydınlığında
silkindi kolu
başkaldırdı
bin tanrılı
dolu dolu
ana-dolu
anaforu
anadol
anam
ana
an
dursun özden”
(Dursun Özden, Kanayan Çığlık, Yoleri Yayınları)
Kaynak: www.dursunozden.com.tr